İki ara bir dere öyküleri
ABD’de yaşayan son derece zengin bir Koreli ailenin üzerinde nesillerdir süren bir lanet vardır. Buna çözüm bulmak için, Kore’nin en ünlü şamanlarından Hwarim adlı genç kadını ABD’ye getirtirler. Hwarim, bu lanetin ardında ailenin ölmüş büyüklerinden birinin olduğunu, mezarının açılması gerektiğini söyler. Kimsenin ulaşamayacağı bir yerde, Güney Kore’nin kuzeydoğusundaki bir dağda bulunan mezarın açılmasına, tabutun içindekilerle birlikte yakılmasına karar verilir. Şaman Hwarim ve mezarları ‘feng shui’ inanışına göre düzenleyip kutsayan Kim Sang Deok adlı ihtiyar usta, iki yardımcılarını da yanlarına alıp işe koyulurlar.
Tüyler ürpertici bir törenin ardından tabut çıkarılır ama yağmur başladığı için yakma işlemi ertelenir. Bu bekleyiş sırasında, tabuttaki büyük dedenin Japon imparatorluk ordusunun faşist komutanlarından biri olarak Kore’nin işgalinde görev aldığını ve laneti sürdüren bir kötü ruh olduğunu öğreniriz. Zorlu bir mücadeleyle büyük dedenin ruhu ait olduğu yere gönderilir. Ama sorunlar bitmez, çünkü derinlerde daha büyük bir lanet vardır: Yüzlerce yıl önce Kore’yi işgal etmek için saldıran Japon ordusundan bir samurayın korkunç hayaleti.
Geçen hafta gösterime giren Exhuma adlı korku filminin öyküsü böyle gelişiyor; dinsel hikaye, ilginç bir dönüşle ulusal bir karaktere bürünüyor.
∗∗∗
Bu tür uzakdoğu filmleriyle ilişkimizde şöyle bir sıkıntı var: Anlatının üstüne kurulduğu inanç sistemi ve ritüeller hakkında yeterli bilgimiz olmadığından, gösteren-gösterilen ilişkisindeki kodları çözemiyoruz, böylece hikayenin asıl derdini anlamak iyice zorlaşıyor.
Neyse ki, bu örnekte yönetmenin önceki filmlerinden yararlanma şansımız var.
Şimdiye dek biri kısa metraj olmak üzere dört film yapmış Güney Koreli yönetmen Jang Jae-hyun’un hikayeleri, bazı karakteristik özellikler taşıyor. Öncelikle, kahramanları hep dinsel figürler: 2015’te önce kısa (12. Rahip Yardımcısı) sonra uzun metraj versiyonunu anlattığı öyküde (The Priests/Rahipler), Güney Kore Katolik Kilisesi’nden rahipler bir ‘şeytan çıkarma’ ayini yapıyor. Bir sonraki filmi Svaha’da (2019) dolandırıcı tarikatların peşine düşen genç bir Katolik rahiple onun Katolik ve Budist yardımcılarını izliyoruz. Son film Exhuma’da öykü şamanla başlayıp Budist ve Hıristiyanlarla devam ediyor.
İkinci olarak, kötülüğün temelinde mutlaka Japonya’nın parmağı var: İlk iki anlatıda, şeytanın kendini 12 ayrı biçimde belli ettiğinden söz edilirken, kötülüğün ilk kez 1941’de Çin’in Nanjing (Nankin) kentinde ortaya çıktığını öğreniyoruz. Nanjing dendiğinde ilk akla gelen, 1937-1938’de Japon ordusunun yaptığı korkunç katliam ve tecavüzlerdir. Svaha’da, hem Japonya’nın Kore’yi işgaline hem de Japon Budizmine ve başta Aum Shinrikyo (1995’te Tokyo metrosuna sarin gazıyla saldıran tarikat) olmak üzere tarikatlara bolca eleştirel gönderme yapılıyor. Son film Exhuma’da, büyük dedenin mezarının derinlerinden çıkan dehşetli gulyabani samuray, anlatının merkezine oturuyor.
∗∗∗
Filmlerin senaryolarını da kendisi yazan yönetmen Jang Jae-hyun’un bu Katolik şeytan çıkarma öykülerine sinema sektörünün en kazançlı alanı olduğundan değil, daha çok kişisel inançlarıyla bağlantılı olduğu için yöneldiği anlaşılıyor. Jae-hyun’unki, Katolikliğin başta Budizm olmak üzere uzakdoğu inançlarıyla harmanlandığı ilginç bir Hıristiyanlık.
Tabii ki hiçbir yönetmenin inançları bizi ilgilendirmez. Ama anlatı dinamiklerinde açıkça görülen milliyetçi ve dışlayıcı yaklaşım bizi ilgilendirmek zorunda...
“Kore modernizmi” şeklinde adlandırılan bir olgu var; 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca Japonya ile Batı arasına sıkışmış Kore’nin yaşadıklarıyla ikiye bölündükten sonra yaşadıkları arasındaki tarihsel gerilimin yol açtığı tuhaf postmodern durumla birlikte ele alınması gereken bir modernleşme girişimi. Jae-hyun’un şimdilik son temsilcisi olduğu yönetmenler kuşağının filmleri, böyle bir tarihsel temel üzerinde biçimleniyor.