Google Play Store
App Store

2014 yılında, henüz masa devrilmeden, mecliste bir komisyon kurulmuştu. İnsan Hakları Komisyonu içinde bir alt komisyon kurulmuş, bir masa etrafında mağdurlar dinleniyordu. Kızı, Yeşil kod adlı JİTEM’ci Mahmut Yıldırım tarafından işkence ile öldürülen Hıdır Öztürk’ün dokunaklı konuşması, masadan bir şeyler çıkacağı yönünde iyimser bir beklenti yaratmıştı.

Masa, sadece Hıdır amca gibi ağır yaralıları değil, baroları, sivil toplum örgütlerini, insan hakları örgütlerini, diğer kuruluşları dinlemişti. Dinlenenler arasında Kemal Burkay da vardı.

Kemal Burkay’ı komisyona –hemşerisi olarak- davet ettim. Avrupa’dan çıktı, geldi. Komisyon o oturumda çok kalabalıktı. Herkes Kemal Burkay’ı dinlemeye gelmişti.

O sakin, saygılı, içten sözlerle Kürt sorununu anlatmaya başladı. Konuşması devam ettikçe Kürkçü ve Sakık da salona girdiler. Hatta Ertuğrul yarı alaylı sorular sordu, Kemal Burkay onları sabırla cevapladı.

Toplantı bitti, kalktık, kapıya doğru yürüdük, biz onu yemeğe almak istemiştik. Bizi nazikçe reddetti. “Bakan beye söz vermiş”ti; “çok üzgün”dü, “bizimle olamaz”dı. Konuk edemediğimiz için –o kalabalık grup- üzüldük tabii. Ama konu burada bitmiyor, asıl bundan sonra başlıyor.

Kemal Burkay bu oturum sonrası –daha medyanın tamamen AKP’ye geçmediği o dönemde- tüm televizyon kanallarını, gazeteleri dolaştı. CNN Türk’ten A Haber’e, ATV’den Kanal D’ye, Cumhuriyet’ten Milliyet’e her yerde ağırlandı.

Ve neredeyse her konuşmasında, “AKP’nin Kürt sorununu çözebilecek potansiyeli”ne dikkat çekiyor, muhalif güçleri eleştiriyordu. Kemal beyin, geçmişten gelen politik kızgınlıkları, AKP öncesindeki Türkiye’nin egemen güçleriyle halen kapanmamış hesapları vardı. Muhtemelen bu siyasal geçmiş, onu AKP’nin yanında yer almaya zorladı.

Bu birinci Kemal’in hikâyesi Mazgirt Dırvan’dan başlarken, ikincisinin, Kılıçdaroğlu’nun hikâyesi Nazımiye’de Düzgün Baba Dağı’nın karşısındaki bir köyde başlıyordu. Birincisine benzer başarılı üniversite hayatını –birincisi gibi hapishane ve sürgün hayatı değil- parlak bir kariyer bekliyordu. Uzun yıllar süren başarılı kamu görevini, SGK genel müdürlüğü izliyor, Demirel ve Özal gibi isimlerin güven ve himayesinde işine devam ediyordu. Dürüstlük, yolsuzluğa karşı savaş, bu yolda onun en önemli karakteriydi.

Emeklilik ile başlayan siyaset hayatı, önce milletvekilliği, ardından grup başkan vekilliği ve sonra –sürpriz şekilde- CHP genel başkanlığına evriliyordu. Komplo teorisyenlerine taş çıkartan bir kariyerdi bu. Nazmiye dağındaki yoksul ailenin mazlum evladı, şimdi Atatürk’ün koltuğunda oturuyordu.

13 yıllık –her lidere nasip olmayan linç ve suikast girişimleri de dâhil- büyük fedakârlıklar ve mücadeleler sonunda, devlet başkanlığı için girdiği son seçim mücadelesinin kaybından sonra, “dönemin ruhu” artık çekilmesini -“halkın babası”, “partinin ruhani lideri” olmasını gerektirirken-, inatla partisinin başında kalmak için girdiği –barda, pavyonda, hotellerde dağıtılan akıl almaz paraların da açık etkisiyle- parti genel kurulu seçimini de kaybedince, bu onda öylesine bir travmaya yol açtı ki, son iki yılında tüm enerjisini, adeta kendi partisiyle mücadeleye adadı.

Bir zamanlar, “oğlum” dediği, ülkenin en büyük şehrinin belediye başkanının hapse atılmasına, diğer belediye başkanlarının her gün toplanmasına, kayyum atamalarına sessiz kaldı. Partisinin başına yeniden dönmek için AKP cephesindeki tüm oyunları sanki sineye çekti; hatta bu oyunların bir parçası olarak hareket etti.

Sene 2025, bugün yine -yalancı- bir “açılım” süreci, yine bir “masa”, yine tutuklamalar ve yine kayyumlar var. İki Kemal’in öyküsündeyse –epeyce- öğretici dersler var.