İstanbul’da Sinematek ve İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde sinemanın büyük ustalarından Visconti’nin filmleri kaçırılmamalı. İstanbul’dakiler daha şanslı ama İzmirliler de üç başyapıtı izleyebilecek.

İki kent, bir usta Luchino Visconti

16 Haziran’da İzmir’de Uluslararası Film ve Müzik Festivalimiz başlıyor. Sinema ve müzik sanatları arasındaki ilişki üzerinde odaklanan festivalde, müzikle ilgili bölümlerin yanı sıra tema dışı bölümler de yer alacak. İzmirli sinemaseverlere yılın en iyi filmlerinden oluşan bir paketi ‘Dünya Festivallerinden’ başlığı altında sunarken, sinema sanatının ustalarını da genç kuşaklarla buluşturmak istedik. Haftaya diğer bölümlerden söz ederiz ama bu haftaki yazımı bir ustaya ayırmak istiyorum.

İstanbul İtalyan Kültür Merkezi’nin işbirliği ile Kadıköy Belediyesi’nin Sinematek/Sinema Evi’nde düzenlenen Luchino Visconti toplu gösterisinden üç filmlik bir paketi İzmir seyircisi de izleme şansına kavuşacak. Bu vesile ile bugün köşeme bir değerli akademisyen arkadaşımı, Dr. Fetay Soykan’ı konuk etmek istedim. İtalyan sinemasına ilişkin bilgilerinden her zaman yararlandığımız Soykan, bakın ustayı nasıl anlatıyor.

BEYAZPERDEDE İTALYA TARİHİ 

“Roma, 19 Mart 1976 sabahında Visconti’yi şöyle uğurladı: “Sanat, sinema ve tiyatro tarihini aydınlatan, çalışanlarla ve savaşanlarla hep köklü ve dürüst bir dayanışma içinde olan, direniş hareketinin antifaşist militanı, seni unutmayacağız”. Mezar kitabesinde, başucunda hayranı olduğu üç isim yazılıydı: Çehov, Shakespeare, Verdi. Dünya sinema tarihi içinde, teknik, estetik ve sosyal evrimler açısından kendine özgün bir yer edinen İtalyan sineması, ideolojik, sanatsal ve toplumsal yapılanmasını yönetmenlerinin kültürel birikimleri ile cesur ve ilerici tutumlarına borçludur. Bu açıdan Luchino Visconti İtalyan siyasi tarihine koşut bir kulvarda yol almıştır.

19. yüzyıla kadar İtalya’ya prensler hâkimdi ve kuzeyi Avusturya işgali altındaydı. Kont Garibaldi birlikleri sayesinde Kral Vittorio Emanuele işgalleri sonlandırdı ve 1861 yılında Risorgimento’yu yani İtalyan Birliği’ni sağladı. Birliğin sancılı doğumu yönetmenin 1954 yapımı “Senso” filminde, Giuseppe Verdi’nin operaları eşliğinde aktarılmaktaydı. Güney İtalya’nın Birliğe katılımı ise 1961 de çektiği “Gattopardo/ Leopar”da Salina Prensinin karşısına çöken aristokrasinin yerine geçen çakallarla karşımıza çıkar. Lombardia Bölgesi Visconti ailesi tarafından yönetilmekteydi. Baba Modrone Kontu, anne kimya sanayicisi Carlo Erba’nın kızıydı. Visconti aristokrasi ve büyük sermaye rahatlığı içinde ama disiplinli bir sanat ve kültür ortamında yetişti. Aile La Scala operasının ve sanatçıların hamisiydi. Küçük Visconti sabahları 2 saat çello çalıyor, dünya klasikleri, eskrim, binicilik vb dersleri alıyordu. 14 yıl Shakespeare okuduğu ve malikanenin tiyatrosunda sahnelediği bilinmektedir. Yaşamında iz bırakan olaylar ve bu tiyatro sahneleri, Alman çelik sanayicisi Krupps’a gönderme yaptığı Alman üçlemesinin ilki “La Caduta degli Dei-Lanetliler”(1969) filminde, Nazizmin yükselişi ile birlikte, çöküş akımı /decadantismo metaforlarında da sıkça görülür. Ayrıca Visconti ilerde dünya sahnelerinde klasik ve modern çok sayıda önemli tiyatro eseri, opera ve bale sahneye koyacaktır. 20 filme karşın, 22 opera ve bale, 60 tiyatro eseri sahnelemiştir.

FAŞİZM VE YENİ GERÇEKÇİLİK 

Visconti nin gençlik yılları Birinci Dünya savaşına denk düşer. Bu dönemde ülkesinin direniş hareketine katılmış ancak partiye üye olmamıştır.1925’ten sonra İtalya Mussolini ile Faşizme, Almanya Hitler’le Nazizme yol almaktadır. Askerlik sonu yaşamını değiştiren kent Paris olur ve orada Chanel, Cocteau, Dali, Renoir gibi entelektüellerle yeni bir sol çevre edinen Visconti, 1936 yılında Jean Renoir’ın “Une Partie de Campagne” filminde yardımcı yönetmen olarak çalışır. Artık sinemanın büyüsüne kapılmıştır ve ABD’ye giderek Hollywood’da incelemeler yapar. Bu yıllarda Mussolini Roma’da Cinecitta stüdyoları, LUCE Enstitisü ve CSC sinema okulunu kurdurdu hatta Venedik Film Festivali’ni başlattı. Eğitim, üretim ve pazarlama üçgeni İtalyan sinemasının büyük bir sektöre dönüşmesini sağladı. Visconti ilk filmi “Ossessione-Tutku”(1943) ile yepyeni bir akım başlattı. Köklerini sınıf gerçeğine dayandıran, Neorealismo-Yeni Gerçekçi sinema akımı. Evlilik dışı bir ilişkiyi anlattığı için resmi ideolojiye karşı bulundu. Film yasaklandı ve faşizm karşıtı oldukları için yöneticiler hapis yattı. Yönetmenin diğer bir önemli filmi de akımın başyapıtları arasında yer alan 1948 yapımı “La Terra Trema-Yer Sarsılıyor”, Giovanni Verga’nın romanından uyarlanan ve Sicilya’da çekilen, balıkçıları - emekçileri anlatan bir filmdir.

Yaklaşık 10 yıl sonra Visconti “Senso” ile İtalya tarihi birliğine, Risorgimento’ya bir aşk hikâyesi ile döner Verdi ve Bruckner eşliğinde. Filmlerinde müzik ne kadar önemliyse, kostüm, aksesuvar ile arredemento/ donanım da o denli önemlidir. Onlara adeta kimlik-kişilik kazandırır Visconti. Bu özellik 1963 yapımı “Il Gattopardo /Leopar” filmine çok çarpıcı, ustalıklı bir görsellik kazandırır. Film Tommaso Lampedusa’nın romanından uyarlanır. Yine İtalyan birliğinin kuruluş freski altında Salina Prensi özelinde aristokrat sınıfın kaybolması ve burjuvaların onların yerine geçmesi, olağanüstü oyunculuklarla yönetmenin ait olduğu kökenine dair geniş bir referans sunar. Aynı özellikleri son filmi olan 1976 yapımı ”L’Innocento/Masum”da da buluruz. Yönetmenin tekerlekli sandalyede yönettiği film Gabriele D’Anunzio uyarlamasıdır. Faşizmin resmi ideolojisine yakın olan D’Annunzio, Luigi Pirandello gibi Decadente/Çöküş dönemi yazarlarındandır. Baudalaire, Rimbaud, Wilde, Yeats, Mallarme gibi. Aşırı romantizm, sapkınlık, tensel haz, intihar, ölüm vb konulara ilgi gösterirler. D’Annunzio bu eserinde de İtalyan yüksek sınıfın, gösterişçi, sığ ve sıkıcı yaşamından bir kesitle faşist aile geleneğinin çözülüşünü vermektedir. “L’Innocente”nin dublajı sırasında vefat eden yönetmen güzeli arama tutkusu ile kişisel ve incelikli bir estetik anlayışa sahipti. Onu Visconti yapan müzik, görüntü, dekor, kostüm, renk gibi faktörleri bir bütünlük içinde sentezleme yetisidir. Tüm bu özellikleri içeren Dekadant filmi 1970 yılında çektiği “Morte a Venezia-Venedik’te Ölüm”dür. Mann-Mahler-Çehov üçgeni filmi cazibe merkezi kılar. “Lanetliler”den sonraki ve Bavyera Kralı Ludwig’in 4 saatlik biyografisinden önceki Alman Üçlemesinde Viscontien bir başyapıtdır “Venedikte Ölüm”. Thomas Mann eserini yazarken nasıl Gustav Mahler’den esinlenmişse, Visconti de yazarı besteciye dönüştürür ve onun senfonilerini kullanır. İyileşmek için geldiği Venedik’te Kolera salgınıyla karşılaşan sanatçımız yaşamla sanat arasındaki çelişkiyi çözememenin bunalımındadır. Üstelik orada bir Polak güzele aşık olan Prof. Aschenbach için ölüm bir senfoni eşliğinde Venedik Lido’da Çehov tiyatrosu atmosferinde beklemektedir. Besteciyi terk eden kolera değil âşık ve yorgun yüreğidir. Venedik’in büyüleyici güzelliği Visconti’nin yüksek duyarlığı ile birleşince yalnızlık, yaşlanma ve ölüm temaları bile kaliteli bir niteliğe, bir romansa dönüşmektedir”. 

İstanbul’da yaşayan okurlarımız daha şanslı ama İzmirli sinemaseverler de hiç olmazsa üç başyapıtı izleyebilecek: 60’lardan “Leopar”, 70’lerden “Venedik’te Ölüm” ve “Masum”. Bu yazının izleyicilerimiz için yararlı olması dileği ile iyi seyirler!