İki sanatçıdan sessiz realizm
‘Paterson’ filmi küçük şeyleri takdir etmek ve hayatın küçük detaylarına değer vermeye odaklı. Ve en önemlisi de sanatsal üretim ve arayışta hayatın anlamının ancak kişisel ilişkiler aracılığı ile elde edilebileceği ile ilgili.
‘Paterson’ (2016) filmi yaratıcılık süreci hakkında bir film. Hayatı, kendi normal hızında seyreden hikâyesi ile inşa eden film, kişinin doğal günlük rutinini hissettirip alelade konuşmaları bize dinlettirirken bu alanlarda son derece anlam yüklü. Bu sebeple bu filmle iki önemli sanatçıdan, Jim Jarmusch ve Adam Driver’dan, sessiz bir realizm dersi alıyoruz adeta.
BAĞIMSIZ SİNEMA USTALARI
Jim Jarmusch 1989’da verdiği bir röportajında ‘Köpeğini dolaştıran bir adamla ilgili bir film yapmayı Çin imparatoru ile ilgili film yapmaya yeğlerim’ demişti. ‘Paterson’u izlerken her gece köpeğini dolaştıran adamı gördüğümde bu röportaj aklıma geldi. Demek ki yönetmen bunca sene aklında bu karakteri aklında taşımış ve sonunda bu filmde ele almıştı.
Jim Jarmusch çok farklı çok özgün bir insan, bir yönetmen. Kendisi detayları zenginleştiren bir hikâye anlatıcısı, bu ister vampir âşıklarla ilgili olsun, ister Budapeşte’den ziyarete gelen bir kuzen ile, isterse hapisten kaçan mahkûmlarla ilgili olsun kendine özgü mizahı, kalitesi ve nüktedanlığı ile Amerikan sinemasının her daim en orijinal filmlerinin yönetmeni olarak anılacak.
Jim Jarmusch’un neden ve nasıl bu kadar eşsiz bir yönetmen olduğunu onun gençliğine ve kökenlerine inerek anlamak mümkün. 80 ve 90’ların dijital teknoloji çılgınlığından hemen önce terkedilmiş hayalet bir kasaba görünümünde olan New York’ta her şeylerini paylaşan şehrin sanatçılarından biriydi kendisi. O dönemde aynı zamanda No Wave gruplarından birinde klavye çalan bu ünlü bağımsız sinemacının ilk filmlerinden olan ‘Permanent Vacation’ ve ‘Stranger than Paradise’ o dönemin arkadaş dayanışması ile çekilmiş ve şehrin tüm sosyopolitik durumunu belgeler nitelikteki yapımlardı. Jarmusch, Paterson’dan bir önceki filmi ‘Only Lovers Left Alive’da gene yok olmaya yüz tutmuş bir Amerikan şehrinde dünyevi olan üzerine söz söyleyerek bıkkın ve baygın sanatçıların hayatlarını, etraflarını sarmalayan onlarca büyük sanat eseri arasında işlemişti. ‘Paterson’da ise büyük umutlarla bir endüstri şehri olarak inşa edilmiş fakat günümüzde terk edilmişe yakın bir şehir durumunda olan New Jersey Paterson’da şiir antolojisi ile çevrili küçük çalışma odasında şiirler yazan Paterson isimli bir otobüs şoförünün bir haftasını anlatmıştı.
Adam Driver’ın oyunculuk stili, yoğunluğu ve karakterlerine getirdiği derinlikler çok dikkat çekici. Özellikle ‘Marriage Story’ filminde Scarlett Johansson ile birlikte sergilediği ve ona Akademi Ödülü adaylığı kazandıran performansını unutamayız. Star Wars serisindeki Kylo Ren karakteri gibi popüler kültüre ait filmlerden bağımsız filmlere kadar geniş bir yelpazede roller üstlenebilen, hem dramatik hem de komedi türlerinde başarılı olan, derin ve çok yönlü bir oyuncu. Ancak oyuncunun en iyi potansiyeline Jim Jarmusch’un ‘Paterson’ isimli sessiz, minimalist ve bağımsız filmde ulaştığını düşünüyorum. Bu filmde canlandırdığı şair bir otobüs şoförü karakterini, içsel dünyasını dışa vurmadan içe dönük bir şekilde, incelikli ve nüanslı şekilde yansıttığını görüyoruz.
KIVILCIMI ONURLANDIR
Paterson rutini seven birisi. Her sabah alarmını kurmadan kalkan, fincanında Cheerios yiyen, karısı Laura’ya hoşçakal öpücüğü vererek iş yeri olan otobüs ana merkezine yürüyen biri. Otobüsünü çalıştıran ve her gün aynı güzergâhta şoförlük yaparak iş gününü tamamlayan biri. Ama Paterson aynı zamanda bir şair her sabah otobüsün motorunu çalıştırmadan not defterine şiir yazmaya başlayan ve öğle molalarında şelalenin orada oturup şiirini devam ettiren biri. İşçi sınıfından bir şair. Halinden memnun, optimist ve tüm streslere karşı soğukkanlı biri. Adeta Zen bakış açısının vücut bulmuş hali.
Paterson kibrit kutusu gibi en küçük şeylerde bile ilham bulabilen, barda kulağına çalınan bir diyalogdan esinlenen bir kişi. Eşi Laura’nın Paterson’un şiirlerini dünya ile paylaşması ısrarı ve Paterson için bunun önemsiz olması ile seyirci onun şiirlerini yazma sebebinin bu olmadığını iyi anlıyor.
Bu bir şairin başarılarıyla ilgili bir film değil tam aksine tarifini bir türlü yapamadığımız o kıvılcım ile ilgili hatta o kıvılcımı onurlandıran bir film.
Yavaş ve konusu olmayan filmlerin yönetmeni olarak senelerce eleştirilen Jarmusch, fazla dramatik olmayan filmleri ile abartılı olan her şeye karşı antidot olmaya ve estetik olarak minimalizmi konuşturmaya devam etmiş diyebiliriz. Hayatta olan her şey nasıl illaki bir drama dönüşmüyorsa bu Jarmusch’un filmleri içinde geçerli. Mesela eşinin, ikizleri olduğunu gördüğü rüyasını Paterson’a anlattıktan sonra Paterson’un sıklıkla ikizlere rastlaması ama filmin sonunda ikizlerinin olmaması, veya Paterson her akşam yaptığı gibi köpek gezdirirken gençlerin yolda arabalarını durdurmaları ve ‘bu köpekler çok para eder, dikkat et çalabilirler’ demelerinden sonra köpeğin başına hiçbir şey gelmemesi.
Jarmusch’un filmlerini şöyle düşünün, normalde çoğu yönetmenin atacağı, filmlerine asla koymayacağı sahnelerden film yapan bir yönetmen kendisi. Yinelemeler ve varyasyonlar, şeylerin eşleşmesi yönetmenin diğer filmlerinden aşina olduğumuz yapılar. Ayrıca ikizler ve filmin sonuna dahil olan Japon turist gariplik olsun diye orada değiller, bunlar hayattaki büyülü küçük anlardan ibaret rüya benzeri yansımalar. Köpeği barın önüne bağlaması ve şiirlerinin kopyasının olmaması ile filmde yaratılan garip gerilim adeta eşsiz.
Jarmusch seyirciyi karakterin bakış açısına oturtabilen, onun gözleriyle görmesini, onun kulaklarıyla işitmesini sağlayabilen ender yönetmenlerden biri. Paterson filmi küçük şeyleri takdir etmek ve hayatın küçük detaylarına değer vermek ile ilgili. Ve en önemlisi de sanatsal üretim ve arayışta hayatın anlamının ancak kişisel ilişkiler aracılığı ile elde edilebileceği ile ilgili.