İkinci memleketten insan manzaraları…
Birinci kuşak göçmenlerin büyük bir bölümü yaşamlarını artık iki ülkede sürdürüyor. Kiminin öyküsü hüzünlü, kiminin ise sevinçli... Almanya’ya 1967’de gelen Güneş, “Geldiğimde tek başınaydım, şimdi 50 kişi olduk” diyor. Frankfurtlu göçmenlerin “Ülkü Abla”sı da “Almanlar kültürümüzü, dilimizi kabullenmeli” ifadesini kullanıyor.
Almanya’da yaşayan milyonlarca Türkiye kökenli göçmenin çok zengin öyküsü var.
Kimi hüzünlü, kimi sevinçli.
Kökenleri Türkiye’nin dört bir köşesine uzanan bu insanların ortak yanları da var.
Örneğin artık hepsi emekli olmuş birinci kuşak insanlarımızın büyük bir bölümü yaşamlarını iki ülkede birden sürdürüyorlar. Yılın yarısını Türkiye’deki yazlıklarında ya da yoğun çalışma yıllarından bir türlü doya doya keyfine varamadıkları köylerinde, kentlerinde geçiriyorlar.
Diğer yarısını da çocukları, torunları ve onların çocuklarıyla birlikte olmak, sağlık kontrollerini yaptırmak, ileri yaşlarda ortaya çıkan hastalıklarını tedavi ettirmek için değerlendiriyorlar.
Elbette özellikle ilk yıllarda çektikleri zorlukları, ağır iş koşullarını unutmuyorlar. Bu dönemlerdeki yıpranmaların neden olduğu fiziki ve ruhsal rahatsızlıklarla boğuşarak sürdürüyorlar emeklilik yaşamlarını. Ama büyük bölümü geçmişe bakarkan iyimserliğini korumaya özen gösteriyor:"İyi ki buraya gelmişiz. Türkiye’de kalsaydık, köyümüzde rençber olarak yaşamımızı sürdürecektik ancak. Buraya geldik, karnımız doydu, çocuklarımızı okuttuk, onlara iyi bir gelecek sağlayabildik" sözlerinde birleşiyor.
Tabii bu süreci daha iyi, daha eşit, sömürünün olmadığı, yoksulluğun ortadan kalktığı, daha ileri, daha dayanışmacı, daha demokratik ve barış içinde, ayrımcılığın, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın, faşizmin geriletildiği bir geleceğe taşıyabilmek için mücadele edenler ise geçmişi değerlendirirken çok yönlü ve eleştirel bakışlarını sürdürüp, daha iyi bir gelecek için bıkmadan mücadelelerini, uyarılarını sürdürüyorlar.
Dizimizin bugünkü bölümünde Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenlerin birinci kuşağından insan manzaraları sunarak, bu ülkenin toparlanma dönemine emekleriyle katkıda bulunan insanlarımızın renkli yaşamlarını biraz olsun anlamaya çalışıyoruz.
***
Tek başıma geldim şimdi 50 kişi olduk
Süleyman Güneş’in (85) öyküsü, her biri Anadolu’nun bir farklı köşesinden çalışmak üzere Almanya’ya gelen birinci kuşaktan diğer yol ve kader arkadaşlarının geçirdiği süreçleri de anlatıyor.
Almanya’ya 1967’de gelen Süleyman Güneş, İstanbul’da bıraktığı eşi ve çocuklarından uzun yıllar ayrı kalarak para biriktirmiş ve geleceği hazırlamış. Almanya’daki ilk 10 yılında "haym”larda (işçi yurdu) kalmış. Bir dönem dünyanın en büyük inşaat şirketleri arasında yer alan; Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’daki birçok büyük inşaatlara, en önemlisi de Almanya’yı Ortadoğu’ya bağlayan ünlü Bağdat Demiryolu hattının inşasına imzasını atan Frankfurt merkezli Philipp Holzmann şirketinde çalışmış.
4 SENELİK BEKLEYİŞ
Eşi Dilber ve dört çocuğunu 1980’de yanına almış. Dilber ve Süleyman Güneş, şimdi hepsi Almanya’da doğan 12 torunu ve onların çocuklarıyla birlikte dört kuşaktan kalabalık bir ailenin başındalar. Bir "iş kazası”nda yaşamını yitiren kardeşinin de kendisinden kısa bir süre sonra yanına geldiğini söyleyen Süleyman Güneş, yeğenleri ve onların çocuklarını da sayarak, "Buraya geldiğimde tek başınaydım, şimdi 50 kişi olduk” diyor, gururla. Şimdi sözü ona bırakıyoruz:
"Önce çalışmak üzere Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Karakaya köyünden İstanbul’a gittim. Uzun bir süre orada tesisatçı olarak çalıştım. Ancak az kazanıyorduk. Karnımız doymuyordu. Ben de çalışmak üzere Almanya’ya gitmek için iş ve işçi kurumuna başvurdum. İstanbul Tophane’deki irtibat bürosunda sağlık kontrollerini geçtikten sonra 1967’de inşaat işçisi olarak çalışmak üzere Almanya’ya geldim. Phillipp Holzmann şirketinin Almanya’nın dört bir köşesindeki yol, tünel inşaatlarında çalıştım. İlk 10 yıl "haym”da kaldım. Altı kişi bir arada yaşıyorduk. Güzel arkadaşlıklar edindik. Ama kötü yanları da vardı bu yaşamın, sık sık kavgalar çıkıyordu. Uzun yıllar Almanlarla birlikte çalıştım, iki Alman’ı dedikodu yaparken görmedim. Ama bizden iki kişi bir araya geldiğinde hemen sorunlar başlıyordu. Uzun yıllar ailemden ayrı, yalnız kaldım. Zor oldu ama iyi ki bunu yaptım. Para biriktirerek, ailemin rahat bir yaşam sürmesini sağladım. ”
Dilber ve Süleyman Güneş şimdi emekliliğin keyfini çıkarıyor. Yılın yarısı köylerinde, yarısı da çocuklarının, torunlarının yaşadığı Almanya’dalar. Türkiye’deyken deniz kenarına da gittiklerini söylüyorlar ama çoğunlukla köylerindeler. "Burası da güzel tabii, ama köyümüz daha güzel, havası da tertemiz” diyorlar. Sanki çocuklarını, torunlarını özlemeseler Almanya’ya hiç gelmeyecekler gibi...
***
İlkokuldan beri birlikteler
Selvi ve Hüseyin Kuru, 65 yıldır aynı yastığa baş koyuyor ancak birliktekileri neredeyse 75 yılı buluyor. İkisi de 1937’de tarihi Kapadokya’nın kentlerinden Güzelyurt’un Bozcoyurt köyünde dünyaya gelmiş. Birlikte ilkokula giderken okul arkadaşı, 1956 yılından bu yana da hayat arkadaşı olmuşlar. Hepsi Almanya’da yaşayan 3 çocukları, 8 torunları, onlardan da 9 küçük torunlarıyla kök salmışlar. Selvi ve Hüseyin Kuru’nun Almanya’da 1972’de başlayan öyküleri diğer "misafir işçi”lerden biraz farklı. İlk gelen Selvi Kuru olmuş. "Sağlık kontrolüne birlikte girdik. Doktor boynumda küçük mantar lekesi gördü. Tekrar kontrol edeceğini söyleyerek, geri gönderdi” diyor Hüseyin Kuru. Böylece Selvi Kuru, eşinden daha önce gelmiş Almanya’ya. Kısa bir süre sonra da Hüseyin Kuru, çocukları babaannelerine bırakarak gelmiş. Altı ay sonra Türkiye’deki çocuklarını yanların alarak tekrar bir arada yaşamaya başlamışlar.
Artık yaşamlarının büyük bir bölümünü Türkiye’de geçiren Selvi ile Hüseyin Kuru, çocukları ve torunlarıyla birlikte olmak ve sağlık kontrollerini yaptırmak için de iki üç yılda bir de Almanya’ya geliyorlar.
***
Bu sıcaklık senden, sevgili büyükbaba*
Öğretmen olmayı hayal eden küçük çocuğu düşünüyorum. Ancak bu hayalini gerçekleştirememiş olan çocuğu. Daha sonra Avusturya’da çalışmaya karar veren babayı. Avusturya’ya sorunsuz girebilmek için akrabalarından borç olarak zengin bir turist gibi giyinen ve Paris’e gidecekmiş gibi bilet alan adamı. Tüm engelleri bir yolunu bulup aşarak, dil bilmeden, yol bilmeden Almanya’ya gelen adamı. O’na hep yaban kalacak, benim ise vatanım olan Almanya’ya. Sıcak ve aynı zamanda kırılgan vatanıma.
Kırılgan, çünkü benim buraya ait olduğuma dair duygularım sürekli sorgulanıyor.
Kırılgan, çünkü 60 yıl sonra bile halen "ötekiler”den konuşuluyor.
Kırılgan, çünkü kendimi hem buraya aitmişim hem de değilmişim hissini hep yaşıyorum.
Kırılgan, çünkü böyle şeylere kafayı takmadan yaşayıp, gitmek varken, kendimi evindeymiş gibi hissetmek zorundayım,
Bütün bu çelişkilere rağmen yine de bir sıcaklık duyuyorum.
Bu sıcaklık senden kaynaklanıyor sevgili büyük babacığım.
Çünkü sen geri dönmeyi unuttun.
Senin sayende biz varız ve sana ne kadar minnet duysak azdır.
Bizim için yaptıklarının önünde saygıyla eğiliyorum.
*1968 yılında önce Avusturya’ya, daha sonra Frankfurt’a
gelen emekli işçi Abdulvahap Arslaner’e şimdi üniversite
öğrencisi olan torunu Aysu’dan mektup… 30 Ekim 2021
***
Başkandan saygı
Türkiye’den Almanya’yagöçün yıldönümü dolayısıyla günlerdir çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Devlet, toplantılar düzenliyor, yetkililer bu vesileyle göçmenlere ülkeye katkılarından dolayı teşekkür ediyor, onları ödüllendiriyor. Tüm iyi niyetlere rağmen bu etkinliklerde devlet protokolünün soğukluğu bir şekilde hissediliyor. Ama her yerde öyle değil… Örneğin Hessen eyaletindeki Oberursel kentinde, Belediye Başkanı Antje Runge’nin (SPD) kutlama mesajı muhtemelen son günlerdeki en sıradışı kutlamalardan biri oldu. Göçün 60’ncı yılı nedeniyle uzun bir basın açıklaması yayınlayan Runge, temsil ettiği kent halkının göçmenlere teşekkürünü iletirken, soyut, genel ifadelerle yetinmedi. 60’lı, 80’li yıllardan bu yana Oberursel’da yaşayan göçmenleri temsilen iki ailenin (Akpınar ve Soylu aileleri) öyküsünü de, fotoğrafları eşliğinde yayınladı. Bunu yaparken Türkiye kökenli göçmenlere ilişkin önyargılarla beslenen tek boyutlu imajı sorguladı; göçmenlerin çok yönlü, çok renkli kökenleriyle toplumu zenginleştirdiğini vurguladı. Irkçı saldırı ve ayrımcılığa işaret etti, "Ancak çok kültürlülüğü bir zenginlik olarak kabul ettiğimiz takdirde din, dil, etkin köken nedeniyle yaşanan ayrımcılığı aşabiliriz” dedi. Geçen mart ve nisan aylarında gerçekleştirilen belediye başkanlığı seçimlerinde diğer partilerden yedi erkek adayı geride bırakarak seçilen ve geçtiğimiz ay görev başı yapan Runge’nin Türkiye’den göçün hem genel hem de Oberursel özeline ilişkin tarihi bilgileri içeren sıcak basın açıklaması, Almanya’da çok kültürlü, çok dilli geleceğe ilişkin umutları güçlendiriyor.
***
Müzedeki ‘Ülkü Abla’
Frankfurtlu göçmenlerin "Ülkü Abla"sı (86) 65 yıldır bu kentte yaşıyor.
Çocukluğu, Çorum’da, lise yılları Bursa’da geçen Ülkü Schneider-Gürkan, üniversite için 1956’da Almanya’ya geldiğinde, göç başlamamıştı. Göçe başından itibaren eşlik etti. Almanca öğrenmek üzere bir yıl Bavyera eyaletinde yaşadı. Almanların evlerinde kaldı, Katolik Kilisesi’ne ait bir yatılı okulda rahibelerden Almanca öğrendi. Frankfurt’ta önce Diş Hekimliği Fakültesi’ne başladı, ardından da siyasal bilimler öğrenimi gördü. Sosyalist Alman Öğrenci Birliği’nde yer aldı, "Frankfurt Okulu”nu takip etti, 68 hareketinin aşamalarını, Frankfurt’ta yaşadı. Prof. Carlo Schmid ve Theodor Adorno’nun öğrencisi oldu. Frankfurt Türk Öğrenci Derneği ve Frankfurt Türk Halkevi’nin kurucuları arasında yer aldı. Türk kadın işçilere yönelik dil kursları başlattı, yayınlar hazırladı. Türkiye’deki darbeyi, işkenceleri protesto etti. 1979’da Almanya Cumhurbaşkanı kendisine "Fedaral Liyakat Nişanı” verecekti, Türkiye buna engel oldu.
12 Eylül’den sonra pasaportu alındı, uzun yıllar "vatansız” kaldı, Türkiye’ye gidemedi. 1994’te Frankfurt’un en büyük ödülü Onur Plaketini aldı. "Federal Liyakat Nişanı” 18 yıl sonra törenle verildi. Törene katılan Türkiye’nin Frankfurt Başkonsolosu kendisinden özür diledi. Yaşamını Frankfurt’ta sürdürüyor. Yazları Türkiye’de. Almanya’da yine mücadelesini sürdürüyor.
Ülkü Abla’nın söylediklerine kulak vermek gerek: "Göçmen işçilerin Almanya’nın gelişimine katkısı oldu. Kendilerine teşekkür edilmesi gerek. Almanlar bunu yaparken, sanki çok şey yapmış gibi davranıyorlar. Biontech aşısını geliştiren Özlem Türeci ve Uğur Şahin’i ele alalım. Onlardan övgüyle bahsedilirken, bir yandan da Almanya’da olmasalardı, bu aşıyı geliştiremeyecekleri ileri sürülüyor. Bu doğru değil. Ne Türk ne de Alman hükümeti bizim için bir şey yapmadı. Biz Almanya’da ayakta kalmayı başarmış bir toplumuz. Almanlar şunu görmeli: Biz bu toplumu tahrip etmiyoruz. Olumsuz gelişmelerden göçmenler değil, kendileri sorumlu.
Almanlar bizi asimile etmeye kalkışmamalı. Kültürümüzü, dilimizi kabullenmeliler. Birlikte yaşamayı öğrenmeliler. Şu anda bunu yaptıklarını söyleyemeyiz. Ben görmem artık ama belki siz göçün 70’nci yılına gelindiğinde, Alman hükümetinin yanlış politikalarının bu ülkedeki Türkler ve Almanlar arasında aşırı sağcı gerici eğilimlerin güçlenmesine ne ölçüde katkıda olduğunu tartışırsınız!”
Ülkü Abla’nın anıları, belgeleri, eserleri Frankfurt Tarih Müzesi’nin "Kuşaklar Kitaplığı” bölümünde kendisine ait, sürekli güncelleştirilen köşede sergileniyor.