Google Play Store
App Store

Özerkliğini büyük ölçüde kaybeden üniversiteler, jeomühendisliği anımsatan araştırmaları popülerleştiriyor. Bu sayede sosyo-ekolojik çöküşün asıl nedeni amaçları doğrultusunda en önemli araç haline getiriliyor.

İklim kanunu ve sosyo-ekolojik çöküş
Kanun teklifi, görüşmelerin başladığı 8 Nisan’da muhalefet milletvekilleri ve doğa savunucuları tarafından protesto edilmişti. (Fotoğraf: BirGün)

Doç. Dr. Yelda ERÇANDIRLI* 

Yirmibirinci yüzyılda artan ekolojik zorlukların, toplumsal tercihleri ve ekonomi politikalarını daha çok belirleyeceği düşünülüyor. Özellikle finansal krizlerle ekolojik çöküşün bir araya gelmesi kapitalist toplumlarda sosyal ve ekonomik sürdürülebilirliğin nasıl olabileceğine odaklanmaya neden oluyor. Bu nedenle 2015 Paris İklim Anlaşması’nda belirlenen hedefleri de yerine getirmek amacıyla kapitalist sistemin aktörleri farklı “yeşil yeni düzenleri” gündemlerine alıyorlar. Bu gelişmelere paralel olarak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Meclis’te görüşmelere başlanan İklim Kanunu’nun temel amacının 2053 “Net Sıfır Emisyon Hedefi” ve “Yeşil Büyüme” olduğu ifade ediliyor.

İklim kanununda net sıfır emisyon, yeşil büyüme, yeşil taksonomi, yeşil dönüşüm, temiz teknoloji, emisyon ticaret sistemi, karbon ayak izi özellikle Avrupa Yeşil Mutabakatı’ndan aşina olduğumuz kavramlar. Bu kavramların ne ölçüde sermayeye hizmet ettiğini, çevrecilikle çok da ilişkili olmadığını anlatmakta yarar var. İklim Kanunu adı altındaki iklim gerçekliği ile hiçbir ilişkisi olmayan bir takım hukuksal düzenlemelerin Türkiye’nin kapitalist sistemdeki (yeşil) dönüşümlere entegre olma çabasının ve hangi araçları kullandığının altını çizmek gerek.

İKLİM GERÇEKLİĞİNİ ANLAYAMAMAK

Öncelikle şunu çok net belirtelim: İklim kanunları, yeşil yeni düzenler ya da mutabakatların hepsi yeşil dönüşüm süreçlerinin hukuksal yansımasıdır. Yeşil dönüşüm aslında basitçe sadece ekolojik yıkımı durdurmak amacıyla bir dizi uygulamaları içermemektedir, yeşil dönüşüm 2008’den beri krizde olan neoliberal sınıf projesinin belki de sınıf fraksiyonlarındaki değişikliklerle de, başka bir küresel birikim rejimine geçişin sinyalidir. Ve artık dünyadaki neredeyse hiçbir siyasi gelişmeden önünde “yeşil” ifadesi bulunmadan bahsedemeyeceğimizin de habercisidir.  Sermaye fraksiyonları arasındaki rekabet ve farklı birikim stratejileri belirli enerji türlerine bağımlılıklar ortaya çıkabilir. Örneğin Avrupa Yeşil Mutabakatı (AYM) kömür madenciliğine bağımlı olan bölgeleri desteklemek amacıyla Adil Geçiş Fonu oluşturmuşken Türkiye tamamen ticari kaygılarla sermayenin çıkarlarını gözeterek hem kömürden vazgeçme yönünde bir adım atmamakta hem de İklim Kanunu’nda iklim nötr ya da net sıfır ekonomiye geçiş gibi ifadeler bulunmasına rağmen “kimsenin geride bırakılmaması” ilkesine dayanan “adil geçiş” ifadesine yer vermemektedir.

Tabii AYM’nin adil geçiş fonu oluşturması, küresel toplumsal adaleti sağlayan bir hukuki metin olduğunu, Avrupa’nın ekolojik yıkımın ve toplumsal adaletin üstesinden gelme konusunda bir gelecek vaat ettiğini göstermiyor. Avrupa yalnızca kendi ortak pazarı için değil, diğer ülkelerle rekabette sermaye için yeni pazarlar açarak yeni politikalar, standartlar ve normlar geliştirmekte oldukça başarılı. Bu kapsamda karbon kaçağını sınırlandırmak amacıyla Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizmasını düzenleyen AYM, dış ticarette Türkiye gibi ülkelere yardım bütçesi de ayırarak “karbonsuzlaştırma üretimi” adı altında birtakım zorunluluklar yüklüyor. Sermaye sınıflarının yeşil dönüşüme aktif olarak katılmak için iktidara baskı yapmalarının yani TÜSİAD ve DEİK’in iktidarı karbondan arındırmaya zorlamasının altında yatan asıl nedenin, dış ticarete yönelik kaygılar olması şaşırtıcı görünmüyor. İklim Kanunu AB ile karbon ticaretinin önünü açıyor ve Türkiye, AB’nin bütçesinden pay alabiliyor.

Kısaca iklim kanunu öncelikli olarak iklim gerçekliğine bir panzehir olarak nitelemek yerine AB’nin dayatmaları karşısında, onun da birçok noktada gerisinde kalarak, yalnızca dönüşen küresel sisteme entegre olma çabasıdır.

SORUN SİYASET ÜSTÜ DEĞİLDİR

Ekolojik yıkıma ve yıkıma yönelik verilen tepkileri iki ayrı başlıkta toplayabiliriz: 1) Sorunu öncelikle bireysel ve kültürel ya da ikisine yerleşik görenler yani toplumu yeterince eko-merkezci görmeyenler ve sorunu bireysel tüketime ve alışkanlıklara indirgeyenler; 2) Sorunun güç ilişkilerine yerleşik olduğunun ve esas olarak çok daha radikal biçimde üretim ilişkilerinde değişim söz konusu olmadan kalıcı çözümün söz konusu olmadığını ve üretim ilişkilerinin en nihayetinde siyasi bir mesele olduğunu vurgulayanlar.

Siyaset, neyin yeşil sayılacağı, neyin dönüştürüleceği, dönüşümü kimin yapacağını içermesi açısından belirleyici. Türkiye’de ve birçok kapitalist ekonomide olduğu gibi iklim inkarcılığı yerini son on yılda siyasetsizleştirmeye ya da siyaset-üstüleştirmeye bırakmış görünüyor. AYM’de de ulusal- ulus-ötesi sınıfların çıkarını korumaktan sorumlu bir uzmanlar grubuna yetki verilmekte ve içinde bulunduğumuz sosyo-ekolojik çöküş daha kolay yönetebilmek için iktidarlar tarafından siyasetsizleştirmeye çalışılmaktadır.

Benzer şekilde Türkiye’de özellikle son yıllarda üniversiteler aracılığı ile yeşil dönüşüm projelerine yatırımlar yapılıyor. Üniversitelerde yapılan araştırmalar genellikle ekolojik sorunları daha ileri teknokratik piyasa temelli arayışlarla çözülebilecek teknik sorunlara indirgiyor. Bu nedenle sorunun kökeni toplumsal olmasına rağmen çoğunlukla doğa/fen bilimcilerine ya da mühendislik fakültelerine öncelik tanınarak sorun siyaset-üstüleştiriliyor. Bu ise üniversitelerdeki sosyo-ekolojik sürdürebilirlik anlayışları da toplumsal çözümler yerine bireyci yaşam tarzında değişikliklerini sıklıkla teşvik etmekte, ağaç dikmeyi ya da ve bireysel tüketim ve atıklarla mücadele etmenin çevrecilikmiş gibi gösterilmesine neden oluyor.

Özerkliğini büyük ölçüde kaybeden üniversiteler, jeomühendisliği anımsatan araştırmaları popülerleştirerek, sosyo-ekolojik çöküşün asıl nedeni olmasına rağmen, kapitalist büyümeye ayrıcalık tanıyan, iktidarın amaçları doğrultusunda en önemli araç haline getirilmektedir. İklim kanununda geçen “kamuoyu farkındalığının arttırılması ve toplumun iklim değişikliğinin etkileri konusunda duyarlı hale getirilmesi için eğitim ve bilinçlendirme programının düzenleneceği”, gerekli çalışmaların “Millî Eğitim Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu’nca yapılacağı” ifadesi göz ardı edilemeyecek ölçüde bu amaca hizmet etmektedir. Eğer ekolojik yıkımın nedeni siyasi ise ve içinde bulunduğumuz küresel politik-ekonomik sistem sorunun temel nedeni ise teknokratik değil siyasi çözümler üretilmelidir.

EKOLOJİK YIKIM VE ADALET

Eğer bir sürdürülebilirlikten söz edilecekse bu ekonomiden daha ziyade toplumun ve doğanın sürdürülebilirliği olmalıdır. Bu nedenle tereddüt etmeden yeşil kalkınma, yeşil büyüme diye bir yaklaşım yok hükmünde olmalıdır. Bu ahlaki bir kaygıdan ziyade, varoluşun ve sürdürülebilir üretimin de temel koşuludur. Dolayısıyla yeşil dönüşüm projesinin bir parçası olarak iklim kanunun toplumsal olarak başarılı sayılabilmesi için üstel bir ekonomik büyüme yerine doğa ile uyumu esas alması gerekmektedir. Doğa ve toplum diyalektiği uyarınca adil ve eşitlikçi ve doğanın ontolojik konumunu önceleyen bir kanuna iktidardakilerin de sürdürülebilir bir ekonomi arzusu için ihtiyaçlarının olduğunun da hatırlatılması gerekir. Schmitz’in önerdiği gibi “ekonomiyi gezegensel sınırlar içine getiren yapısal değişim süreci” ancak gerçek bir sürdürülebilirlik sağlayabilir.

Ekolojik olarak alt-üst edilmiş bir coğrafyada üretimin ve üreticilerin de “onarılmaz yarıklar” oluşturacağını, bunun da tarihte defalarca gözlemlediğimiz gibi mevcut siyasal-toplumsal sistemin çöküşünü beraberinde getireceğini de hatırlatmakta fayda var. Bu nedenle farklı coğrafyalardaki ekoloji alanında çalışan akademisyenler gerçekçi ve uygulanabilir yeşil dönüşüm projelerinin en temel özelliklerinden bir tanesinin halka ve sosyal adalet taleplerine açık olmasından geçtiğini belirtiyor. Özellikle de periferideki bir ülkede sosyal adalet sorunları tartışmanın bir parçası değilse, dönüşümün iklim gerçekliği ile uyuşma şansı olmadığının da altı çiziliyor.

Şu anda Türkiye’de de kapitalizmin ekolojik çelişkilerine yönelik bir süredir devam eden -azınlıkta da olsa- yukarıda altını çizdiğim ikinci görüşe işaret eden sosyalist bir eleştiri de bulunmaktadır. Öyleyse neden hala ekolojik mücadele yeterince önemsenmiyor?

Ekolojik hareketin amacı yalnızca mevcut toplumsal ve ekolojik çelişkilere karşı çıkmak değil, onları aşmak için fikir ve eylemin diyalektik ilişkisinden doğan politikalar üretmek olmalıdır. Kapitalist sistemin neden olduğu ekolojik acil durumla yüzleşmek, her zamankinden daha radikal olmak ve bulunulan yerden başlayarak toplumu “aşağıdan  yukarıya” değiştirmek kaçınılmaz bir zorunluluktur.

* Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi & Leeds Üniversitesi