İklim krizi çiftçiyi vuruyor, kanun görmüyor
Tarımsal üretimde öngörülebilirlik kaybolmuş durumda. Kış ortasında mevsim normallerinin üstünde seyreden sıcaklıklar, ağaçları erken çiçek açmaya zorluyor. Ardından gelen ani donlar mahsulleri yok ediyor. Yazın aşırı sıcak dalgaları ve kuraklık, su kaynaklarını tüketirken üretimi azaltıyor. Şiddetli yağışlar ve seller, ekili arazileri harap ediyor. Bu krizlere karşı üreticilerin korunması bir seçenek değil, günümüz için bir zorunluluk.
Geçtiğimiz hafta Doğu Akdeniz’de yaşanan don felaketini ele alalım. Türkiye’de tarımın iklim krizine karşı ne kadar savunmasız bırakıldığını gösteren bir örnek oldu. Meyve ağaçları dondu, narenciye ve sebze ekimleri büyük zarar gördü. Üreticiler zararlarının karşılanmasını beklerken, Bakanlık sessiz. Tablo yeni değil. Sonucu da bilinmez değil. Donun yaratacağı fiyat artışları daha şimdiden haber olmaya başladı.
Sorun şu ki bu konuda üreticinin kayıplarını telafi edecek etkin bir sistem kurulmuş değil. Tarım sigortaları yetersiz, devlet destekleri yetersiz ve gecikmeli. Üreticiler borçlanarak üretime devam etmeye zorlanıyor. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) de sigorta sisteminden medet ummuyor ki zirai don nedeniyle zarar gören çiftçilerin borçlarının faizsiz ertelenmesi için Tarım ve Orman Bakanlığı’na ve Ziraat Bankası Genel Müdürlüğüne yazı gönderiyor. Borçların üretici için ciddi birer engel teşkil ettiği yadsınamaz ama iklim kriziyle mücadele için daha fazlası gerektiği de…
Bugün tarım sigortaları sistemine bakıldığında, bunun çiftçiyi koruyan değil, sigorta şirketlerine kar sağlayan bir model olduğunu görüyoruz. 24 sigorta şirketinin ortaklığıyla faaliyet gösteren TARSİM, primleri bir havuzda toplarken poliçeler üzerinden şirketlere komisyon ödüyor. İklim krizi nedeniyle felaketler arttıkça, sigorta şirketleri risklerini azaltmak için poliçe fiyatlarını yükseltebiliyor.
Bu aşamada akla gelen temel soru şu: İklim Kanunu bu tabloyu değiştiriyor mu? Değiştirmesi beklenirdi. Ancak hazırlanan teklif, tarımı iklim krizine karşı koruyacak somut mekanizmalar sunmuyor. Türkiye’nin ilk İklim Kanunu, iklim krizinin en çok vurduğu kesimlerin başında gelen çiftçileri gözetmek yerine, karbon piyasaları ve emisyon ticareti gibi mekanizmalarla şirketlere yeni finansal alanlar açmayı amaçlıyor.
Sigorta konusunda da benzer bir tablo var. Kanun, sigortayı kamusal bir güvence aracı olarak değil, finans sektörünün genişlemesi için bir yatırım aracı olarak ele alıyor. Çiftçilere doğrudan zarar tazmini ya da sübvansiyon sağlayacak kamucu bir mekanizma oluşturmak yerine, sigorta şirketlerine ve finans sektörüne sermaye piyasaları üzerinden destek sunuluyor. Bu yaklaşım, sigortanın “sosyal güvenlik” işlevini ortadan kaldırıyor ve çiftçiyi piyasa riskleriyle baş başa bırakıyor.
Dahası, sigorta yaptıramayan çiftçilerin nasıl destekleneceği belirsiz. Tarım politikalarının iklim krizine uyum sağlaması için gereken -agroekolojik- yapısal dönüşüm planı da yok.
Oysa İklim Kanunu da piyasa aktörleri için yeni finansal enstrümanlar oluşturmak yerine, çiftçiler lehine kamusal çözümler üretmeliydi. Tarım sigortası da bu anlayışla, sosyal güvenlik ilkesi çerçevesinde düzenlemeliydi. Sigorta primleri çiftçiler için sübvanse edilmeli, zarar tazmini doğrudan kamu güvencesine alınmalı ve sigorta yaptırmayan çiftçilere de afet sonrası destek sağlayacak mekanizmalar oluşturulmalıydı.
Şüphesiz ki bunun için TARSİM’in çiftçilerin çıkarlarını gözeten, kamucu bir anlayışla yeniden düzenlenmesi gereklidir. Bu dönüşüm, yalnızca sigorta sistemini kamu yararına işletmekle sınırlı kalmamalı; aynı zamanda iklim krizinin gerektirdiği agro-ekolojik dönüşüm ihtiyacını da içermelidir. Eğer bu yapılmazsa, gidişat herkes için daha yüksek fiyatlar, daha fazla belirsizlik ve kırılgan bir tarım sistemi anlamına gelecek. Tarımı piyasa koşullarının insafına bırakmak yerine, temel bir toplumsal ihtiyaç olarak ele almak zorundayız.