İktidarın yeni stratejisi ve saldırgan-saldırılan ilişkisi
Kayyım, gözaltı, tutuklama dalgası ekim ayından bu yana giderek yaygınlaşıyor. Her ne kadar ilk kayyım haziran ayında Hakkari’ye atanmış olsa da sistematik saldırı Bahçeli’nin Öcalan “açılımı” ve Suriye’de iktidar değişikliği ile başladı. Aynı anda S. Demirtaş ve Ü. Özdağ cezaevindeler ve CHP’li belediye başkanları “birer birer” içeri alınıyorlar. Muhalif medyaya yönelik tutuklamalar da “sindirme, susturma” hamleleri olarak değerlendiriliyor. İktidarın “normalleşme” söyleminden yararlanarak yerel seçim yenilgisinin üzerini örttüğü ve topyekûn saldırıya geçtiği söyleniyor.
Bu “yeni stratejinin” nedeni konusunda ise görüş ayrılıkları var. İktidar kendisini çok güçlü ve özgüvenli hissettiği için mi, yoksa yıkılmak üzere olduğu için mi bu kadar saldırgan? Kendisini çok zayıf hissettiği için toplumsal muhalefetin kitleselleşerek sokağa dökülmesini engellemeye mi çalışıyor? Tersine, çok güçlü hissettiği için muhalefeti sokağa doğru kışkırtarak, çıkmaya kalkanları “avlamayı mı” planlıyor?
Bu soruya verilecek yanıt, muhalefetin stratejisini belirlemek için önemli gibi görünüyor. Saldıran ile saldırılan arasındaki ilişkileri anlamaya çalışmak soruyu yanıtlamaya katkı sağlayabilir. Muhalefet iktidarın “yeni” stratejisini, “12 Eylül döneminde bile bu kadar hukuksuzluk olmazdı” diye eleştiriyor. Bu eleştiri muhalefetin, iktidarı ve uygulamalarını “12 Eylül Cuntası” ile eş tuttuklarını gösteriyor. İktidarın saldırısı ile 12 Eylül’ün saldırısı arasındaki farkları çözümlemek saldıran ile saldırılanın ruh halini anlamayı sağlayabilir.
Önce 12 Eylül 1980 Türkiye’sindeki saldırıyı hatırlayalım;
12 Eylül Cunta yönetiminde 50 insan idam edildi. 200 bini aşkın davada 250 binden fazla insan yargılandı. İşkence ile ya da doğrudan 300’den fazla insan öldürüldü. 4 bine yakın öğretmen, 100’den fazla öğretim üyesinin işine son verildi. Yüzlerce gazeteci tutuklandı, yargılandı, mahkum oldu. Yaklaşık 2 milyon insan fişlendi ve bu insanların kamu ya da özelde iş bulmaları engellenmeye çalışıldı. Binlerce insanın pasaportuna el konuldu, onbinlercesi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 binden fazla insan işten atıldı. Her 4 evden birinden en az bir kişi fişleme, tutuklama, işkence uygulamasına maruz bırakıldı.
Cunta topluma, “benim gözümde hepiniz suçlusunuz ve masumiyetinizi kanıtlamak sizin sorumluluğunuz” demişti. İnsanlar tutuklanmaktan, işkenceden kurtulmak, işini gücünü kaybetmemek için masum olduklarını kanıtlama çabasına girdiler. Masumiyeti kanıtlamanın tek yolu cuntanın sorumluluk ve yükümlülüklerini belirlediği “makbul vatandaş” kalıbına girmekti. Bu kalıbın dışına çıkan en küçük bir davranış, söz, hatta kılık kıyafet anında ve acımasızca cezalandırılıyordu.
Demem o ki, Cunta toplumun tümüne (sağcı, solcu, dinci, apolitik, Atatürkçü demeden) suçlu etiketi yapıştırmıştı. Ülkenin tümü korkuya kapılmıştı ve hiç kimse güvende değildi. O yüzden de 1982 Anayasa’sı %92 oranıyla kabul edildi.
Şimdiki saldırı ise yekpare ve iktidarın sahibi olduğu varsayılan bir toplumun içindeki “zararlı unsurları” ayıklayıp, temizleme stratejisi olarak “uygulanıyor”. MHP iyi milliyetçi, Özdağ zararlı milliyetçi; Hüda-Par iyi Kürt, Demirtaş zararlı Kürt; Kuzey Irak Kürtleri iyi Kürt, PKK-PYD-SDG zararlı Kürt; AKP, Yeniden Refah, Menzil vb. iyi dindar, FETÖ, Furkan Vakfı vb. zararlı dindar gibi. Hatta, ilk nedeni farklı olsa da Ayşe Barım’ın tutuklanması da bu stratejiye sonradan eklemlenmiş olabilir. Devletine, vatanına, milletine bağlı iyi sanatçılar ile “etki ajanlığı” yapan zararlı sanatçılar. Aynı şekilde “başı açık olduğu için” hiç bir kadın baskıya(!) uğramazken, başı kapalı olmak hiç bir kadına da dokunulmazlık sağlamıyor!
Zamanımızın politik mücadelesi, “aklı askıya alarak duygu güdümlü toplumsal algı inşa etme” üzerine kurulu. O yüzden Biden’ın politikalarından en çok yarar gören kesimler Trump’a daha çok oy veriyor, depremin enkazından RTE oy kaybetmeden sıyrılıyor. Toplumun büyük çoğunluğunun zararına, yoksullaşıp, yoksunlaşmasına neden olan politikaları yürüten otoriter-sağ lider partilerinin seçimleri kazanmalarının ardında da bu ilişki yatıyor. Otoriter-sağ yönetimler teorideki zayıflıklarını, azlıklarını pratikteki kuralsız zorbalıklarıyla örtüyorlar. Bu yolla çok olan kendisini hem az hem de zayıf bulurken, az olan kendisini çok ve güçlü gibi görüyor.
Maruz kaldığımız saldırı 12 Eylül’den çok farklı bir “saldırgan- saldırılan” ilişkisi gösteriyor.
Kitleselleşecek bir toplumsal muhalefet için güncel ilişkinin özelliklerini, taraflarını iyi belirlemek ve duygu temelli muhalefetin nasıl yaygınlaştırılacağına kafa yormak gerekiyor.