Güzel ülkemiz seçim atmosferine girdi. İktidar, iktidarını koruyabilmek adına “muhteşem” ittifak temasları yapıyor. Kimini bağlıyor kimini de bağlayamıyor. ktidarın basit bir arzusu var:

-Ben yönetimde kalayım, size neler alayım?

Oy potansiyeli küçük, umut potansiyeli büyük olan görüşmeler açık olarak şunu gösteriyor:

-İktidar yolcu!

Bu iyimserlik bütün ülkede yaygın bir kanı…

İktidar gidiyor da, o gittikten sonra biz ne yapacağız?

İşte bu can alıcı soru, muhalefetin her renginde aynı heyecanla tartışılıyor.

Ana muhalefetin içinde olduğu altılı yapı artık yörüngesini belirledi. Emek ve Özgürlük İttifakı da Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığına karşı aday çıkartmayacağını bildirdi. Öyle görünüyor ki Sosyalist Blok da yakın zamanda iyimserliği arttıracak yönde bir karar verecek.

Ama bir başka konu var: Parlamento Seçimleri için bir araya gelebilme durumları pek fazla net değil.

Seçimlere ayrı ayrı girme eğilimi ağır basıyor. BirGün’ün değerli yazarı Doğan Tılıç 21 Mart 2023 Salı günkü yazısında bu konuyu ele almıştı. Son derece titiz biçimde “En önemli” ile “Önemli” arasında öncelik ne olmalı konusunu dile getirdi. Doğan gazetecilik dersleri de veren bir akademisyen olduğu için derdini gayet güzel anlatmıştı.

Ben sadece gazeteci olduğumdan yakın tarih ve somut olaylar ve de sancılı yaşanmışlıklar üzerinden gideceğim.

12 Eylül öncesinde Türkiye’de çok güçlü bir sol-sosyalist damar vardı. Hem sendikalarda hem derneklerde, hem meslek odalarında hem üniversitelerde sol rüzgarlar esiyordu. O kadar ki, devrim olacağına herkes inanmaya başlamıştı.

Ümraniye karakolunda polis memuru Sedat vardı. Çok efendi bir çocuktu. Çok sık gözaltına alındığımızdan kendisiyle “yakın” arkadaş kıvamında dostluk oluşmuştu. Bir gün Selimiye Kışlası’ndaki Sıkıyönetim Mahkemesi’nde sıramızı beklerken, can sıkıntısından Sedat’a “senden çok memnunuz” demiştim:

-Devrimden sonra seni Ümraniye emniyet amiri yapacağız!

Sedat başını öne eğip “yapmazsınız” diyerek yanıtlamıştı:

-Siz kendi adamlarınızı getirirsiniz!

Polis Sedat’ın devrimden yana kuşkusu yoktu sadece makam konusunda kaygıları vardı.

Aynı günlerde Türkiye’nin 3. Cumhurbaşkanı Başkanı Celal Bayar da ortamı şöyle yorumlamıştı:

-Bu kış komünizm gelebilir!

Sosyalist sol böylesi bir etki yaratıyordu. Bu güçlü blokun en güçlü yanı aynı zamanda en büyük zafiyetini oluşturuyordu. Devrimden sonra yapılacak işler sıralamasındaki farklı görüşler ayrışmaları getirdi, ellinin üzerinde sol fraksiyon yarattı. Sol siyasetler arasında kendi yazdıklarına inanmayan yoktu. Herkes ilkelerine bağlıydı. Kimse inandığı görüşlerinden taviz vermiyordu.

Sonra 12 Eylül askeri darbesi geldi. Farklı görüşlerdeki bütün solcuları aynı işkence merkezlerinden geçirip aynı hapishanelere koydu.

Gelecek umudu çok güzel. Kazanma şansının yüksekliği de yabana atılamaz. Ancak önce kazanmak gerekiyor.

Stadyumlar “hükümet istifa” sloganlarıyla inlerken, futboldan bir örnek vermek abes olmaz… 1990’larda Hakan Şükür ile Milliyet’te yayımlanan bir röportaj yapmıştım:

-Sen golcü bir futbolcusun, ama attığından fazlasını kaçırıyorsun, altı pastan auta atabiliyorsun, bunu nasıl yaptığını anlatır mısın?

Hakan “haklısınız” dedikten sonra izah etmişti:

-Golü atacağıma o kadar emin oluyorum ki, golden sonra hangi tribüne koşacağımı düşünmeye başlıyorum. İşte o anda golü kaçırıyorum!

Yazıyı kısa olarak bağlayalım:

- İlkeli sol ve kaçan gol!