İmbilim denizi ve Bilge Karasu

DİLAN SARIGÜL

“Ad bir büyüdür. Adlar yalnız seçip ayıklamada kullandığımız şeyler değildirler. Dünyayı kurmamızı sağlarlar” Bilge Karasu

Bilge Karasu, 1964 senesinde Halûk Aker’e yazdığı mektupta şöyle diyor:“ ‘bir şeyler’ aramak ‘bir şeyler’ üzerine birtakım sözler etmek, belirli bir durum üzerinde durmaktan daha başkadır”. Söz ettiği bu arayışa bizler de ortak olduk; kimi zaman Troya’da, kimi zaman Sazandere’de ve Uzun Süren Günlerin Akşamlarında. Halûk’a yazdığı mektuptan tam yirmi sene sonra 1984 senesinde verdiği Mantık II dersinde görüyoruz bu arayışın izdüşümünü bu kez de.
Kitap, Bilge Karasu’nun o sene Beytepe’de verdiği Mantık II dersinin notlarından oluşuyor, bu yıl oldukça farklı işleyeceğin söylüyor ilkin ve söz ettiği fark da derste “imbilim” işleyecek olması. Kitabın içinde yer alan notların tamamı Bilge Karasu’nun notlarından oluşuyor. Bu notlar akabinde daktilo ediliyor, daktilo edilmiş bu notları gözden de geçiriyor Bilge Karasu. Yaşam teknesinin küreklerinden ellerini çekmesine sebebiyet verecek hastalığa yakalandıktan sonra, notları bölümde asistan olan Cemal Güzel’e bırakıyor, aradan geçen senelerden sonra Cemal Güzel bu teknenin küreklerinden birine el veriyor ve 2011 senesinde öğretmeninin adının gölgesini taşıyan BilgeSu Yayınları’ndan çıkarıyor İmbilim Ders Notları’nı. Kitap, “Dersler “ve “Üst” mantık olarak iki bölümden oluşuyor.


Kitabın ilk bölümünde yani giriş bölümünde imbilimin adı irdelenmektedir. Karasu, imbilimin henüz kurulmakta ve oluşturulmakta olan bir alan olduğu üzerinde durur. İlkin Fransa’da ortaya çıktığı sırada dilbilimin bir parçası, söylemin anlam taşıyıcısı olduğunu söyler. Dilsel yaratının somut olandan çıkıp, imbilimin soyut anlam katmanlarına doğru gidişinin altını çizer. İmlemenin anlama kapsamı içerisine girdiği, metnin anlama dünyasında okurun bağları üzerinden gidip akabinde metnin okuruna belirttiği olanaklar etrafında bir dolanmanın çeperini çizip, metnin semantik ve sentaksal olanaklarını dilsel olanaklardan ayrıldığını belirtir. Dilbilim ile ayrıştığı noktayı şu cümlelerle ifade eder:

“Dilbilim tümcenin bittiği yerde biter; en çok tümceye gelesiye kadar iş görür. İmbilim bunun geldiği yerden başlar. Tümcenin sonrası, yani bağlam imbilimin alanına girer”. İşaret ettiği anlam yapısını sözdizim kurallarından da ayırmaz.

Greimas’tan örnek yoluna gider bu kez Bilge Karasu, imbilimi bir bilim olarak ele almaz, anlamı serpilmekte olan bir mefhum olarak görür. Tüm bunları yaparken bizi metin ve okur arasında oluşan organik bağın sorgusuna da götürür. Metnin bir yörüngesisin olduğunu varsayarsak, okur bu yörüngenin katmanlarına ne ölçüde dâhil oluyor, bu soruların nüvelerini de atmayı ihmal etmez. Uylaşımsal olana işaret ederek bu im ögelerini anlamı biçimlendiren soyut yapılardan ayırır. Metin boyunca imbilime yönelik katı tanımlamalar yapmaz Bilge Karasu, imbilimi yaşamdan ve günlük dilden de ayırmaz. Anlam olanaklarının inşasına dikkatleri çeker, zira anlamı ne dilden ne de yaşamdan ayırır.

İmbilimin opak bir gerçeklik olmadığını, bir kurgu bir “kurulmuş” olduğuna dikkat çeker Karasu. Buradan aldığı dizgileri ileride Eco’nun yerdeşlik ve derinlik kuramlarına bağlar ve bunu yaparken de metnin anlam düzleminden metinin olanaksal sınırlarına gider. Bu sınırları geçebilen okur birtakım yargılar koyar. Eco’ya göre metnin karşında olan okur daha makro düzeylerde anlam katmanlarına geçerken, Karasu metnin anlamsal düzeyini yaşamdan koparmaz, yani anlama makro ya da mikro sınırlar koymaz. Bunları bir ip olarak ele alırsak, bu iplerin dolaşıklığı yaşam denen bir küreye dolanmıştır, dolayısıyla anlam düzeyine kadir olabilmek için makro anlam eşikleri gerekmez, yaşam iplerini takip etmek yeterli olacaktır ona göre. Bu yürüyüş esnasında “olanaklı dünya”nın ille de gerçekliğe dayalı olmak zorunda olmadığına işaret eder. Kurgu ve gerçek mefhumlarına götürür bu saptama onu. Gönderme dünyası ve anlatı dünyası kavramlarını anlam basamaklarının arasında irdeler. Okurun kurduğu anlam dünyası ve anlatı dünyasında “uygunluk” ve “aykırılığın” görülebileceğinden dem vurur bu kez de. Bu konuların akabinde dilsel imbilimin ve görsel imbilimin anlatı düzeyinin bileşenleri üzerine bir sorgulamaya götürür okurunu. Görsel olanı anlatmak için de dilin olanaklarına başvurduğumuzu hatırlatır. Bu dil; “öte-dil ya da üst-dil”dir.

Bu derste Karasu’nun kürekleri ile dolanıyoruz ve kayıkçı da bize, metnin içerisinde anlam eksenlerinin yörüngesinde dolaşmayı gösteriyor. Anlamı dil ile eşeleyip, okur olarak anlam ile karşılaşma anlarımızın öneminden bahsediyor. Anlam ile karşılaşırken bunu yaşamdan âzâde düşünemeyeceğimizi, dilin olanakları dâhilinde imbilime gideceğimizi gösteriyor. İşaret ettiği konuları Karasu’nun biricik denizinden ve inceliğinden ayırmak mümkün olmuyor elbette. Bu seyir bu kez imbilimini öğretiyor onun peşine düşürüyor bizleri.