Seçim ayarlı görücüye çıkan yerli arabanın, daha sonra Cadillac’ın bir modelinin TÜBİTAK tarafından el işi kağıdıyla kaplanmış hâli olduğu anlaşıldı

İmitasyon devlet

> KEMAL CAN KAYAR kemalkyr@gmail.com

Kapalıçarşı’da bir söz vardır: “İmitasyon sanattır.” Bizim halkımız kaliteli taklide saygı duyar ama en sevmediği şey taklit olan bir şeyi gerçek diye yutturmaya çalışanlardır. Bu yüzden bir şeyin gerçek mi sahte mi olduğunu anlaması çok kısa sürer. Taklit konusunda geldiğimiz nokta çoğu zaman o kadar ilerdedir ki taklidi yapılan firma yetkilileri gelip “Bu modeller biz de yok,” diye taklitçileri takdir ve tebrik etmiştir (bknz: Kapalıçarşı Efsaneleri). Ama bir devletin baştanbaşa imitasyon(sahte) olmasına rağmen, bizi gerçek olduğuna inandırmaya çalışması nerden baksan trajikomiktir.

Seçim sürecine girmemizle birlikte seçime dönük açıklamalar da beraberinde geldi. Önü sonu doğru düzgün belirlenmeden seçime birkaç hafta kala açıklanan yerli otomobil de bunlardan biriydi. Seçim ayarlı görücüye çıkan bu arabanın, daha sonra Cadillac’ın bir modelinin TÜBİTAK tarafından el işi kağıdıyla kaplanmış hâli olduğu anlaşıldı. Onun ardından bir de milli gemi çıktı. Hatta Genel Yayın Yönetmenliğini Tolkein’in üstlendiği Takvim gazetesi “Büyüyen Türkiye’yi hazmedemeyen dünya, ilk milli savaş gemimizi görünce tokat yemişe döndü. Psikolojik mücadele başladı. ABD ve İngiliz medyası, ‘dengeler değişecek’ diye korkuya kapıldı...” şeklinde hakkında haber bile yaptı. Milli otomobilin arkasından milli geminin yabancılar da büyük bir panik yarattığını ben de gözlemledim. Hatta bu haber sonrası görüşmek için telefon açtığım Avrupalı arkadaşlarım, bu şartlarda arkadaşlığımızın devam edemeyeceğini söyleyip telefonu yüzüme kapattılar. Sultanahmet’teki Japon turistler de bile “Fotoğrafları çekelim sonra hemen uzayalım,” havası hakim günlerdir.

Bizden bütün dünya bu kadar korkarken peki ülkemizin Başbakan’ı ne demişti: “Biz gerçek bir hükümet değiliz, sorumluluk kabul etmiyoruz.” Yani kendi ağzıyla hükümetlerinin, “Dört çizgili Abidas”tan farkı olmadığını açıklamış oldu. Ülke olarak bize gerçek diye satılan hükümet bire bir taklit çıktı. Zabıtaya şikayet etsek toplatırız hükümeti o derece bir sahtecilik var ortada. Bundan sonra başbakan olduğunu iddia eden kişileri ışığa tutup sahte mi gerçek mi diye kontrol etmemiz gerekiyor demektir.

Plastikleşme her yerde
Bu mesele sadece çakma araba, gemi meselesi değil. Karşımızdaki iktidar neye elini atsa sunileştiriyor, plastikleştiriyor. Bunun adını da millileştirme koyuyor. Üsküdar’a getirilen milli Kâbe tam da bu plastikleşmeydi işte. Ya da Gezi Parkı’na dikilmek istenen Topçu Kışlası. Eminim evlerinin balkonundaki menekşeler de plastiktir bunların. Milli üretim plastik menekşeler… Batı kültürü ve endüstrisi dışına koyabileceğimiz çok fazla bir şey olmadığı için saçma hayallerle idare ediyoruz. Fakat bunun yolunu gerçekten bir şeyler üretmekte değil geçmişin ve batının kötü taklidiyle yapıyoruz. Çok zevksiz bir devletimiz olduğu aşikar ve bunların zevksizliği yüzünden insan kendini monşer gibi hissediyor.

Sayın büyüklerimizden özür diliyorum ama “milli ve yerli” değilim. Korkarım ki bundan sonrada olmayacağım. Sizinle dünyayı fethetme yolculuğuna hiç heves etmiyorum. Çünkü milli ve yerli nesil dediğiniz zaman Osmanlı Ocakları geliyor aklıma. 2023’te dünyayı biz bu adamlarla mı titreteceğiz. Böyle bir iddiamız olduğunu alimallah düşman saydığınız devletler bilse, bunlara bakıp tereddütsüz bizi işgal ederler zaten. Bütün teşkilatın sözel puanı toplamı yarım burslu Sebahattin Zaim Üniversitesi’ne yeterken, tarih dersi veren arkadaşlar hiç gelecek vaat etmiyor. Bana daha çok Hitler Gençliği’ni anımsatan bu teşkilatın hayali, bence ülkeyi nargile kafeye çevirmek. Osmanlı macunu tamam ama Osmanlı Ocakları’na gerek olmadığını düşünüyorum.

Bütün bu plastikleşmenin ortasında durumumuz gerçekten vahim. Gerçek kutsaldır. Bir an önce ayranı içip ayılmalı, gerçeğe dönmeliyiz. Biz de plastikleşmeden bizim de birileri imitasyonumuzu yapmadan bunu başarmalıyız. O kadar çok yalan atıldı ki gerçeğin üzeri örtüldü. O kadar çok uçtuk ki inecek pist bulamıyoruz. Sonuçta biz hâlâ kucak kucağa 500t’ye binen insanlarız. Her sene hesaplama yöntemi değişmesine rağmen hâlâ fakiriz. Bu yüzden yazımı Hakan Taşıyan’ın efsane cümlesiyle kapatıyorum: “Kendimize gelelim napıyoruz biz ki?”