Google Play Store
App Store

BirGün’ün sorularını yanıtlayan İnşaat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Nusret Suna "Geç kaldık. 99’dan bu yana 25 yıl geçti ve hâlâ tam tedbirler alınmadı. Fakat yine de ümidimizi kesmiyoruz" diyor.

İMO Yönetim Kurulu Başkanı Nusret Suna: Depremle yaşamayı öğrenmeliyiz

İlayda Sorku

Türkiye, her büyük depremden sonra aynı sahnelere tanıklık ediyor; can kayıpları, yıkılmış kentler ve bir süre sonra unutulan sözler… Depremin bir doğa olayı olduğu doğru ancak yaşanan yıkımın ve kayıpların sorumlusu da açık; önlem almayan siyasi iktidar, halkın can güvenliğini gözetmeyen, bilimi değil rantı önceleyen sistem.

6 Şubat 2023’te meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremler, Türkiye’nin yapı stokunun ne kadar güvensiz olduğunu bir kez daha gösterdi. On binlerce insan yaşamını yitirdi, milyonlarcası evsiz kaldı. Ancak gelinen noktada, ne mevcut yapı stokunun ciddi bir şekilde elden geçirilmesi sağlandı ne de deprem riskine karşı bütüncül bir önlem alındı. Bugün hâlâ milyonlarca insan, depremde saniyeler içinde yıkılabilecek binalarda yaşamaya devam ediyor.

Öte yandan, Ege’de son günlerde artan sismik hareketlilik ve Santorini’deki yanardağ hareketliliği, yeni bir felaketin kapıda olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Yönetim Kurulu Başkanı Nusret Suna ile depreme hazırlık konusunda hangi noktada olduğumuzu, yapı stokunun durumunu ve alınmayan önlemlerin yaratacağı yeni felaketleri konuştuk.

25 yıldır depreme karşı önlem alınması gerektiği söyleniyor ancak her büyük depremde aynı yıkımla karşılaşıyoruz. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye’nin depreme hazırlık durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
1999 depremi bir milat olmalıydı, ama olmadı. Eğer gerçekten milat olarak kabul etmiş olsaydık, birtakım önlemleri almış olsaydık, akabindeki Van depremi, Elazığ depremi, İzmir depremi ve 6 Şubat depremlerinde bu kadar çok acı yaşamazdık. Bu kadar büyük yıkım ve kayıplar olmazdı.

2023’ten bu yana geçen 2 yıl içinde de bakarsak, yine her şey eskisi gibi. Hiçbir şey değişmiyor. İlk anda, depremin sıcaklığıyla, herkeste duyarlılık üst seviyedeydi. Ancak günler ilerledikçe bu ilgi ve alaka azalıyor. Kamu yönetimine ve yerel yönetimlere baktığımızda da gözle görülür bir çalışma yok, iyileşme yok. Bazı illerimizin ve ilçelerimizin ufak tefek bina envanter çalışmaları var. Ama bunların da sonuca etkisi yok. Çünkü halkla paylaşılmıyor.

ACİL MÜDAHALE ŞART

Bina envanter çalışmalarının kapsamlı bir dönüşüm planına dönüşmesi noktasında nasıl bir eksiklik söz konusu? Sürecin nasıl ilerlemesi gerekiyor?
Şu an yapılan bina envanter çalışmalarında, binaların risk durumları belirleniyor. Ancak bunlar belirlendikten sonra öylece kalıyor. Oysa buradaki esas hedefimiz, 99 depreminden sonra tüm Türkiye’deki yapı stokunun envanterlerinin çıkarılması, risk sıralamasının belirlenmesi ve en riskli olanlardan başlayarak bir planlama yapılarak uzun vadeli bir dönüşüm gerçekleştirilmesiydi.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi birkaç yıl önce 30 bin civarında binayı taradı ve bunun sonucunda 300 küsur adet binanın aniden yıkılabileceği tespit edildi. Bu sadece 30 bin binada çıkan sonuç. Oysa İstanbul’da 1 milyon 200 bin civarında yapı stoku var. Hal böyleyken, demek ki kendi kendine yıkılabilecek veya depremin ilk anlarında yıkılabilecek olan binaların hızla tespit edilmesi ve müdahale edilmesi lazım.

Peki ya kentsel dönüşüm? Bu süreç sağlıklı işliyor mu?
Kentsel dönüşüm adı altında yapılan çalışmaların büyük bölümü, deprem riskini azaltmak yerine rant odaklı projelere dönüştü. 2012 yılında yürürlüğe giren kentsel dönüşüm yasası, aslında iyi niyetle başlatıldı. Ancak biz o günlerde bunun tamamen bir rantsal dönüşüme dönüşeceğini söylemiştik. Nitekim öyle de oldu. Bunu bizzat ilgili bakanlar da itiraf etti: “Evet, hatalı yaptık, bu bir rantsal dönüşüm oldu” dediler.

Başta arazi değeri yüksek ve deprem riski düşük olan bölgelerde yenileme çalışmaları yapıldı. Ama sıra gerçekten deprem riski taşıyan alanlara gelince bu dönüşüm ya hiç yapılmadı ya da geciktirildi. Çeperlere doğru gidildiği vakit, ilgi ve alaka görmedi. Son 4-5 yıldır ülkede yaşanan ekonomik kriz de bu süreci daha da baltaladı. Vatandaş geçimini sağlamak için uğraşırken, evine ekmek getirmeye çalışırken evinin depreme karşı güçlendirilmesi için bütçe ayıramıyor. Bu yüzden merkezî ve yerel yönetimlerin halkı destekleyici mekanizmalar oluşturması gerekiyor.

EGE’DE RİSK GÜNDEMDE

Peki, Ege’deki son depremler ve Santorini’deki yanardağ hareketliliği Türkiye için nasıl bir risk oluşturuyor?
Ege’deki bu deprem hareketliliği, Kuzey Anadolu Fay hattı dediğimiz ve Marmara’da, İstanbul’da beklenen depremi tetikler mi, orası meçhul. Bu iki bölge farklı fay hatları üzerinde. Dolayısıyla doğrudan bir bağlantı kurmak çok mümkün değil. Ancak Ege Denizi’nde meydana gelebilecek bir yanardağ patlamasının kıyılarımızı etkileyeceği kesin.
Ayrıca tsunami riski de gündemde. Tarihe baktığımızda, 1500’lü yıllarda, 3.500 yıl önce benzer olayların yaşandığını görüyoruz. Olası bir yanardağ patlaması sırasında, Ege kıyılarımız ve Akdeniz’in bir bölümünde ciddi bir tsunami tehlikesi olabilir. Bunun için de şimdiden önlem almamız lazım.

Son olarak, depreme karşı dirençli kentler oluşturmak için öncelikli olarak hangi adımların atılması gerekiyor?
Türkiye topraklarının yüzde 92’si, nüfusunun ise yüzde 95’i deprem kuşağı üzerinde. Onun için bizim depremle yaşamayı öğrenmemiz lazım. Önceden tedbirleri alıp, can kaybını minimize edecek şekilde çalışmalara bir an evvel başlamalıyız. Bu çalışmalar da kısa erimli çalışmalar değil. Rakamlara baktığımız zaman İstanbul’da 1 milyon 200 bin, Türkiye genelinde 20 milyon yapı stokumuz var diyoruz. Bunlar küçük rakamlar değil. Ne kadar erken başlarsak, o kadar vatandaşımızın can güvenliğini sağlamış oluruz. Geç kaldık. 99’dan bu yana 25 yıl geçti ve hâlâ tam tedbirler alınmadı. Fakat yine de ümidimizi kesmiyoruz ve bir an evvel çalışmaların başlanıp yol alınması gerektiğini söylüyoruz.