Düzen muhalefetindeki yanlışlara ve teslimiyetlere rağmen toplum çok ciddi bir direniş gösterdi, teslim olmadı. Ülkeyi yeni bir başlangıç noktasına taşıdı. Görülmeyenlerle, hesaba katılmayanlarla birleşerek yürüttüğümüz mücadelenin onuruyla pusulada yerimizi alıyoruz.

İnanırsak başarırız

Yusuf Tuna Koç

Seçime bir hafta kala muhalefetin gündeminde ikinci tur, seçim güvenliği ve iktidar kanadından gelen tehditler var.

Toplumsal muhalefet ve sol açısından seçim sürecini, görev ve sorumlulukları, SOL Parti Başkanlar Kurulu üyesi Önder İşleyen ile konuştuk. 

Seçim günü yaklaştıkça muhalefette öne çıkan tartışmalardan biri ilk turda bitip bitmeyeceği. Seçimin ilk turda bitip 28 Mayıs’a uzamaması sizce neden önemli? 
Toplumun çok büyük bir çoğunluğu bu iktidardan kurtulmayı temel mesele olarak görüyor. Bunun için birleşmiş durumda, kararlı bir tutum ortaya koyuyor. Toplumdaki bu birleşik gücün 14 Mayıs’ta sandığa yansıtılması ile rahatlıkla sonuca varılabilir. Böyle bir sonucun önünde duran, dikkat edilmesi gereken şey muhalefet içindeki küçük de olsa yaratılan bölünme.     

21 yıllık iktidara baktığımızda bütün önemli kırılma eşikleri, muhalefet kesimlerinden gelen destekle aşılabildi. 2010 referandumu burada en çarpıcı örneklerden bir tanesi olarak öne çıkıyor. Devletin siyasal İslamcı güçlere teslim edilmesine yol açan bir referandumdu. Bu referandumda AKP muhalefetin içerisinden önemli bir kesim meşruluk sağladı. Toplumda ciddi bir kafa karışıklığı yaratıldı. “Yetmez ama Evet”, “boykot” gibi eğilimler bunu temsil ediyordu. Daha sonra temelinde liberal bir yaklaşım olan muhalefet içi bölünme neredeyse 2015’e kadar AKP’yi bir biçimde desteklemeye devam etti. O tarihe kadar ciddi bir kopuş gerçekleşmedi. AKP’nin dinci faşist karakterinin daha net ortaya koyarak bir yol ayrımına girdiği noktadan sonra ancak kopabildiler. Devamında başkanlık referandumuna giden sürece baktığımızda, muhalefetin alması gereken ikinci ders olarak gerekli direncin ve doğru politikaların gösterilememesi de bu eşiklerin aşılmasına yardımcı oldu.

Toplumun ilerici birikimlerinin kapsanabildiği, aktif desteğini alabilen bir birleşik mücadele örgütlenemedi. O dönemin en çarpıcı örneklerinden biri Ekmeleddin İhsanoğlu gibi kendi tabanından bile destek alamayan isimlerle, hamlelerle Erdoğan bu eşikleri atlayabildi. Ardından gelişen zorbalıklara karşı güçlü direnişler gerçekleştirilemedi. 14 Mayıs’a giderken bu derslerin tekrar hatırlanması ve üzerinde durulması gerekiyor. 

İktidar bugüne muhalefeti bölerek geldi

Bugün de AKP’nin seçimlere giderken iki temel stratejisi var. Birincisi bugün aslında kaybettiklerini kabul ettiler. Birinci turda seçimi kazanmalarının ihtimal dahilinde olmadığını net olarak görüyorlar. İkinci turda eldeki devlet gücüyle muhalefeti bölecek hamleler ve hilelerle iktidarda kalmayı hesaplıyorlar. Bunu da temelde muhalefet içerisindeki bir bölünmeyle gerçekleştirebileceklerini düşünüyorlar. Çünkü seçimin ikinci tura kalabilmesi Erdoğan’ın yükselmesiyle olmayacak, Erdoğan bütün yükseliş dinamiklerini kaybetti ve uzun süredir gerilemiş, gerilediği noktada donmuş durumda. Dolayısıyla muhalefet içerisindeki bölünme temel stratejileri oldu. Son birkaç yıldaki politikaları, seçim yasasındaki değişiklikler, muhalefet içerisini bölmek, muhalefet içerisinde bir bölen yaratma çabasının parçasıydı. Bugün bu böleni Muharrem İnce temsil ediyor. İnce’nin misyonu muhalefete kaybettirme siyaseti. Çünkü bu seçim söylediği gibi üçüncü yola açık bir seçim değil. Ya bu saray rejiminin devamından yana oy kullanılacak ya da onu yıkabilmek için, tüm muhalefet kesimlerinin birleştiği Kılıçdaroğlu etrafında birleşilecek. Buradaki oy bu değişim ekseninde verilmiş olacak. Sayılı günler kala temel mesele muhalefet içerisindeki bu bölünmenin tabanda ortadan kaldırılıp sandıkta birleştirilmesine yönelik etkin bir çizginin izlenmesi. Çünkü çok geniş, yüzde 50+1 ile kazanılabilecek bir tablonun çok üzerinde, ezici bir çoğunluk bu iktidarın karşısında yer alıyor. O yüzden muhalefetin içerisindeki bölünmeyi daraltarak sandığa gidebilmek temel mesele olmalı. 

AKP’yi iktidarda tutan konjonktür sona erdi

Peki, hem ikinci tura hem seçim sonrasına dair belli kaygılar var. Erdoğan ve Soylu’nun “darbedir, teslim etmeyiz” sözleri var. İnternet provokasyonlarına dair ihtimaller konuşuluyor. Hem bunlara dair fikrinizi merak ediyorum, hem de aslında ister 15 Mayıs’tan ister 29 Mayıs’tan itibaren, önümüzdeki dönemde “AKP Türkiyesi” diye bir gerçeklik artık var mı?

Bir kere sicili bozuk bir iktidarla karşı karşıyayız. Dolayısıyla da bu tür ihtimalleri göz önüne almak, dikkatli mücadele etmek gerektiği açık. Önümüzdeki tehlikelerden biri, toplumun tüm muhalif kesimlerine karşı bir korku iklimi yaratarak, onların hem sandığa yönelişini hem de sandıkta aktif bir mücadele yürütebilmesinin önüne geçecek bir propaganda izliyorlar. Fakat büyük çoğunluğu iktidar karşısında birleşmiş bir toplumun, çok farklı muhalif kesimleri de içerisine alan çok büyük bir cephenin aktif bir mücadele izlediğinde bütün hilelere rağmen kazanmasının önünde engel yok. Bu politika, onların yarattığı korku iklimine teslim olmalarının önüne geçebilir, 14 Mayıs günü seçim sonuna kadar toplumun her bir bireyinin aktif olabileceği kararlı bir mücadelenin ortaya konulabilmesi; bir önceki dönemin en önemli derslerinden biri olacak. Bütün bu süreçte eğer bir direniş gösterilmez ise elbette ki her şeyi yapabilirler ama muhalefetin bugün dikkat etmesi gereken şey şu; sadece kendi çapı ve tahayyülüyle sınırlı olmayan, bugün kendi geleceğine sahip çıkmaya çok kararlı bir kesim var, seçim ancak onların desteğini alan bir mücadele çizgisinin 14 Mayıs’ta taşınması ile kazanılabilir.



AKP Türkiyesi meselesine gelince; AKP aslında Erdoğan’ın övünerek söylediği gibi BOP eş başkanı olarak iktidara taşındı. O dönemde ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi için önemli pozisyonlar üstlenecek bir iktidar olarak; bir ılımlı İslamcı iktidar kuşağının Ortadoğu’yu sarması ve bölgenin emperyalist bağımlılığını gerçekleştirecek olan yapılanmanın bu şekilde tesis edilmesi düşünüldü. Türkiye bunun merkezine kondu, eski CIA direktörlerinden Graham Fuller’in bu değişimin ideolojik önderi gibi konumlandığı dönemde Türkiye’nin, İslam’ın yeni hilafet merkezi olarak konumlandırılmasına kadar vardırılan bir süreç gerçekleştirildi. Bir taraftan uluslararası sermayenin bir önceki dönemin neoliberal dönüşümünü de yetersiz bulduğu bir tablodan çok radikal özelleştirmelere dayanan, emek haklarının gaspına dayanan, sermaye tahakkümünü derinleştirme fırsatını da kullandılar. AKP uzun süre bu iki etken sebebiyle büyük bir destek buldu.

Ama 2013’ten itibaren; hem Arap Baharındaki İslamcı iktidarların hızla kırılmaya uğraması hem de Türkiye’de Gezi’nin bir milat olarak siyasal İslamcı hegemonyayı yıkması ile başlayan süreçte, siyasal İslamcılık Türkiye toplumu açısından kucaklayıcı, inandırıcı bir gelecek tahayyülüne sahip olmaktan çıktı. İdeolojik ve hegemonik krizle karşı karşıyalar. Böyle bir iktidar altında Türkiye toplumunun yönetilme imkânının ortadan kalktığını söyleyebiliriz.

İkincisi, tüm dünyada 2008 krizi sonrası neofaşist akımların kuvvetlendiği, bazı yerlerde iktidara taşındığı dönemlerden geçildi. Hem Trump hem Bolsonaro’nun yenilgisi bu parlamanın sönmeye başladığı bir konjonktürü de ortaya koyuyor. Karşılarında çok geniş muhalefet blokları ortaya çıktı. Başını kadınların, gençlerin çektiği muhalefet blokları oluştu ve onların iktidar olanaklarını tüketen mücadeleler gelişti. Dünyada yeni gelişen konjonktürü de dikkate aldığımızda aslında AKP gibi bir iktidarın bütün ideolojik kaynaklarını, güç devşirdiği tüm kaynakları tükettiğini görmek gerek. 

Tabii ki 21 yıllık iktidar birikiminin yarattığı bir tedirginlik elbette var. Bunu dikkate almak gerek. Ama böylesi bir iktidarın, bir yandan da 21 yıldır buraya teslim olmamış, çok geniş bir ilerici dinamiğe sahip bir ülkede ayakta kalabilmesi ve ülkeyi istediği yöne sürükleyebilmesi, her istediğini yapabilmesi mümkün değil. Belki perspektifi tersine çevirmek lazım. Azınlıkta kalan, bütün iktidar kaynaklarını kaybetmiş, gücünü büyük oranda yitirmiş bir iktidar karşısında büyük bir çoğunluğa sahip toplumsal siyasal bir muhalefet cephesi var. Buradan baktığınızda aslında artık yapmak istediklerini yapabilme olanaklarının çok sınırlandığı bir gerçeklikle karşı karşıyayız. O zaman asıl mesele iktidar yapısını ortadan kaldıracak kadar büyük bir toplumsal direniş birikimini 14 Mayıs’ta sandıkta birleştirerek sonuç alabilmek. 

Görülmeyenlerin mücadelesi ile bugüne gelindi

AKP iktidarının sona ermesi ihtimali artık önümüzde duruyor. Peki, 15 Mayıs’ta yeni bir Türkiye’de solun önündeki görev, program ne olacak? Üstelik AKP iktidarı kaybetmiş olsa da devleti dönüştürmüş ve kalıcı olarak yerleşmiş bir güç olarak önümüzde olacak. İçi boş bir kabuğa dönüşse dahi, bu yapıyla girilecek mücadele toplumsal muhalefet açısından ne ifade ediyor?
Bugün seçimin de mottosu haline geldi; “cehennemin kapılarını kapatma” meselesi. Evet, bu seçim cehennemin kapılarını kapatma seçimi ama karşımızda bu kapıyı zorlamaya devam edecek bir kuvvet var. 21 yıldır devlet içerisinde cemaatlerle tarikatlarla örgütlenmiş, ciddi bir ülke kaynağına el koymuş bir suç şebekesini içerisinde barındıran bir iktidar var. Sonrasında da elde ettiği bütün kazanımları altın tepside sunmayacağını bilmemiz gerekir. İfade ettiğimiz yenilgiye uğramış neofaşist diktatörlerin de yenilgi sonrasında bunu sürdürmeye çalıştığını, başarısız ayaklanmalar sonrasında da güç toplayarak örgütlenerek sürdürmeye çalıştığı bir süreci öngörerek, mücadeleyi bu koşullarda sürdürmek zorundayız. 

O yüzden de önümüzdeki süreçte toplumun örgütlenerek hareket etmesi hayati bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor. Bu kapıyı açılmayacak şekilde kapatacaksak örgütlü bir toplumsal mücadeleye çok ihtiyaç olacak. Sadece parlamentoda elde edilecek bir güçle bu mücadelenin sürdürülebilmesi tek başına mümkün değil. Toplumsal bir direniş gücü önümüzdeki sürecin en acil ihtiyacı olmaya devam edecek. Bunun bir başka gerekçesi de şu; mevcut iktidarın sahip olduğu sağcı, restorasyoncu programla ülkenin ileriye taşınmasının ve içinde bulunduğumuz çoklu krizlerden emekçiler ve ezilenler lehine çıkış kapısı açmasının mümkün olmadığını da görmek gerekiyor. Dinciliğin bu kadar güçlü olduğu, laikliği bütünüyle dışlayan, ülkenin emperyalizme bağımlılığına itirazı olmayan, bütün sermayenin neoliberal sömürü politikalarını sürdürmeye kararlı bir muhalefetle karşı karşıya olduğumuzun bilincinde mücadele edilmesi gerekiyor. O yüzden önümüzdeki süreçte haklarımızı ve özgürlüğümüzü kazanmak, geleceğimizi aydınlığa taşımak için çok ciddi bir mücadele süreci 15 Mayıs’tan itibaren hızla hayata geçmeli. 

SOL Parti’nin pusulada bu yüzden ikili bir anlamı olduğunu söyleyebiliriz. 21 yıldır Cerattepe’de TEKEL’de Gezi’de, 8 Mart’larda, üniversitelerde de dere başlarında da biriken mücadelenin onurunu temsil ederek pusulada yer alıyoruz. Belki yerel siyaset düzleminin matematiğe indirgenmiş bugünkü rüzgârı içerisinde görünmüyor fakat bu iktidarı yenilgi aşamasına getiren şey toplumdaki bu büyük direnişler ve mücadelelerdi. Düzen muhalefetindeki yanlışlara ve teslimiyetlere rağmen toplum çok ciddi bir direniş gösterdi, teslim olmadı. Ülkeyi yeni bir başlangıç noktasına taşıdı. Görülmeyenlerin, hesaba katılmayanlarla birleşerek yürüttüğümüz mücadelenin onuruyla pusulada yerimizi alıyoruz. 
Daha da önemlisi, önümüzdeki dönem zorlu bir mücadele dönemi olacak, bunun daha güçlü örgütlenebilmesi için Türkiye’de solun daha kuvvetli bir müdahalesine ihtiyaç olacak. O yüzden bu seçim önümüzdeki dönemin mücadelelerine çağrı olarak, bu çağrıyı büyütmek üzere SOL Parti pusuladaki yerini alacak. 

İnandığımız yolda yürüyeceğiz. Fikri Sönmez'ın bu yılki anmasında yol arkadaşı Yaşar Durmuş, onun için söyle diyor, "İnanılmayan hiçbir şeyde başarı yoktur. Fikri Sönmez'de sarsılmaz bir inancı görürüz."

 Evet onlar gibi Deniz'ler, Mahir'ler, İbo'lar gibi yürekten inanarak başarabiliriz.