Google Play Store
App Store

Fethiye Çetin ‘Zulamdaki Şiir’de destansı direniş öykülerine yer vermiyor. Aksine sıradan insanların, birlikte nasıl kahramanlaştıklarını, direnişin insan kalabilmek için neden tek yol olduğunu anlatmayı başarıyor.

İnsan kalabilmek için tek yol direniş
Fethiye Çetin (Fotoğraf: BirGün)

Tarık AYGÜN

Bozuk bir saatin günde iki kez gerçek zamanı gösterdiği aforizmasında gizli olan bir diğer anlam, bozuk saatin gösterdiği zamanın bazen insanların ya da toplumların gerçek zamanı olarak donuklaşması, katılaşması, yıllar geçse de o zamanın bir türlü aşılamamasıdır. Türkiye için bu kırılma anı, hep 12 Eylül 1980 olmuştur. Zamanın efendileri bu anın yarattığı dehşetin konforuna öylesine alışmışlardır ki; aradan geçen on yıllara rağmen onu aşmaya çalışan her çaba, ona itiraz eden her insan, saatin kollarını biraz zorlayan her eylem şiddetle susturulmaya çalışılmıştır. 12 Eylül Türkiye için güzel bir sonbaharın değil, yıllar boyu sürecek bir karanlık tarafından teslim alınmış bir toplumun, korku dolu öyküsünün de başlangıcıdır. Öldürülen her kadının faili, o karanlığa güvenir. Erdal Eren’in, Hrant Dink’in, Tahir Elçi’nin katilleri, o karanlıkta kaybolur. Ankara Gar katliamının, Suruç’un ardında, o karanlık vardır. Gezi direnişini kana bulayanlar, o karanlıktan güç alır. Grevdeki her işçinin, sesini duyurmaya çalışan her yoksulun, hak arayan her insanın, direnişteki her öğrencinin, kentini ya da köyünü savunmaya çalışan her yurttaşın karşısına dikilen yine o karanlıktır. 12 Eylül; kötülüğün sıradanlaşması, adaletsizliğin ve hukuksuzluğun bir devlet politikası haline gelmesi, para kazanma dışındaki her insani çabanın aşağılanması, tüm değerlerin alınıp satılabilen bir piyasa haline getirilmesi, yaşamın değersizleştirilmesi, egemenlerin hep egemen olması ve bunların hiç değişememesi için, silah zoruyla dayatılmış bir sistemin adıdır.

12 Eylül, cezaevlerinden başlayan ve dalga dalga tüm topluma yayılmaya çalışılan “teslimiyet” duygusunun simgesidir. Geçmişe dönüp bakıldığında 12 Eylül’ün toplumun teslim aldığı, generallerin zoruyla kabule zorlandığı ve ardından gelen her iktidarla birlikte bu sistemin meşrulaştırıldığı iddia edilebilir. Türkiye’nin 12 Eylül zamanına hapsedildiği, saatin bu anda bir daha çalışmayacak biçimde durdurulduğuna inanılabilir. 12 Eylül zamanın durduğu andır. Direniş ise o zamanın kırılmasıdır.

Fethiye Çetin son kitabı “Zulamdaki Şiir” de bu kırılmaya ışık tutuyor. Bir yanda işkenceci polisler, doktorlar, askerler, Derin Araştırma Laboratuvarı (DAL) adıyla ün yapmış soruşturma bürosunun, daha sonra valilik makamına getirilecek komutanları, diğer yanda ise tüm bu şiddete rağmen, dostluğun, inancın, sevginin birbirine bağladığı insanlar var. Çetin, kitabında destansı direniş öykülerine yer vermiyor. Aksine sıradan insanların, birlikte nasıl kahramanlaştıklarını, direnişin aslında insan kalabilmek için neden tek yol olduğunu anlatmayı başarıyor. O sıradan insanların hiç fark etmeden, bugün ülkenin kanlı bir faşizme sürüklenmesini nasıl engelediklerini ortaya koyuyor. Fethiye Çetin, klasik 12 Eylül kitaplarında rastlanmayan bir incelikle, sadece 12 Eylül faşizmini resmetmekle yetinmiyor. Bir belgeselci objektifliği ile kamerasını, kendine, olaylara, yanındaki arkadaşlarına ve karşı tarafta yer alanların üzerinde dolaştırıyor. Onun yazdıkları sayesinde örneğin, tutuklular aleyhine düzenlenen tutanakları sırf haksız bulduğu için imzalamayan polisler olduğunu, hücre cezası sırasında yıkanabilmesi için binbir zorlukla ona sabun vermeye çalışan gardiyanların, sıcak bir demli çay içsinler diye onları odalarına davet eden subayların, yazdığı notları dışarıdaki arkadaşlarına ulaştırmak için kendini tehlikeye atan insanların bulunduğunu öğreniyoruz. Hastanede yattığı sırada kapısında duran kadın polislerin nasıl duygulandığını da anlatıyor, aynı hastanede onunla dostluk kuran diğer hastalardan da söz ediyor. Bir yanda dışarıda sırf başlarına bir iş gelir korkusuyla onu tanımazdan gelen eski arkadaşları olduğunu, öte yandan kaçak yaşadığı sırada kendilerini riske atıp onu kurtarmaya çalışan gerçek dostları olduğunu da öğreniyoruz.

Çetin aynı objektiflikle kendini, kendi hareketini de okuyucuya sunuyor. Kadın ya da Kürt sorununa bakışının nasıl değiştiğini o sayede öğreniyor, sol içindeki tartışmaların cezaevi direnişi sırasında nasıl silikleştiğini de o sayede anlayabiliyoruz. Ancak kitabın en çarpıcı sahnelerinden biri belki de en önemlisi, sağ görüşlü bir katilin idama sürüklenişine ilişkin Çetin’in tanıklığı bölümüdür. Çetin bir devrimci, bir kadın, bir hukukçu ve bir insan olarak bu sürüklenişte yaşadığı ikilemi, son derece samimi biçimde ve bir edebiyatçı inceliği ile okuyucuyla paylaşıyor.

Sonuç olarak ‘Zulamdaki Şiir’, bir 12 Eylül kitabı olmanın ötesinde günümüz sorunlarıyla yaşadığımız geçmiş arasındaki ilişkiyi, insanlar arası temasın yaratıcılığını, adalet üzerine düşünmenin önemini vurguluyor ve çağımızın en temel felsefi tartışmalarından biri haline gelen, “Özgürlüğü nasıl sağlarız?” sorusuna hem pratik hem de düşünsel bağlamda bir yanıt arıyor.