Gücün tek bir kişide toplanarak kişisel menfaatlerin halkın ve yasaların üzerinde tutulduğu baskıcı yönetimler kimseye fayda getirmedi. Ancak ne bu tiranlık ısrarı bitti, ne de hukuka dayalı bir demokrasi arzusu… Yirminci yüzyılın başında, faşist ideolojinin can bulduğu Avrupa, yaşanan yıkımın ardından dümeni demokrasiye kırıp yoluna devam ettiyse de, faşist ideolojinin bugün elbise değiştirerek yeniden dirilmeye başladığına dair açık göstergeler var. İtalya’da, seçim propagandasını “tanrı, vatan ve aile” üzerine kuran Mussolini hayranı Meloni; Macaristan’da, halkı bölen, LGBTİ+ bireyleri hedef gösteren Orban; Fransa’da ırkçı söylemleriyle tanınan ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalan Le Pen; İsveç’te, son seçimde aldığı oy ile ikinci parti konumuna yükselen Neo-Nazi kökenli parti SD… 

***

Büyüme iştahıyla doğal kaynakları arsızca talan eden, silah ticaretinin bir an bile kesintiye uğramaması için diplomasiyi çöpe atan siyasi ve ekonomi politikaların gözle görülür en önemli sonucu göçler oldu. Avrupa’daki gibi, bugün Türkiye’de de aşırı sağcılaşma tedirgin edici bir yükseliş trendinde. Ve insanları yerinden eden savaşlarda, iklim değişiminde hiç parmağı yokmuşçasına; hem göçenin hem de yerleşiğin güvenlik algılarını paramparça eden şeyin bu saldırgan politikalar değilmiş gibi hedefe mültecileri koyan sağcı-milliyetçi-dinci-faşist birliktelikler kendilerine dünya sahnesinde yeniden yer edinmeye çalışıyor. Maddi ve manevi güvenlik ihtiyacının tehdit altında olduğunu hisseden insanlar doğaldır ki korkar. Korku, manipüleye açık bir durum yaratır. Timothy Snyder, Tiranlık Üzerinde adlı kitabında önemli bir uyarıda bulunuyor. Yirminci yüzyılda birer birer faşizme yenik düşen Avrupa demokrasileri bize gösterdi ki, toplumlar parçalanabilir, etik değerler kaybolabilir ve sıradan insanlar kendilerini hiç hayal etmedikleri koşullarda bulabilir. 

***

Tıpkı yüzyıl önce olduğu gibi ekonomik çöküşle beraber, savaş ve yağmanın ayağını gazdan çekmeden yol aldığı yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde benzer eğilimlerle karşı karşıyayız. Kimliklerin birer düşman üniformasına büründürüldüğü, özellikle göçmenler üzerinden yükseltilen, ancak günün sonunda otoriter liderliğe karşı çıkan herkesin dahil edildiği bir nefret havuzu oluşturuluyor. Misal biz, ülkenin yarısı sürtük, çürük ve teröristlerden oluşan bir ülkeyiz. Türkiye’deki tek adam rejiminin sayısız ‘düşmanına’ karşı halkı kenetlenmeye çağırdığı yapının içinde, doksanlı yıllarda ‘domuz bağı’ ve ‘mezar evler’ ile hafızamıza kazınan, Hizbullah’ın siyasi kolu olarak anılan Hüda Par ve kadına karşı şiddet kanununa hararetle karşı çıkan Yeniden Refah Partisi ve geleceğe dair parlak, olumlu tek bir planını duyamadığımız, aksine her konuşması savaş ve korku üzerine yazılmış MHP var. Bunun yanında lümpen, tepkisel, din dozu düşük milliyetçilerin toplandığı yeni bir grup küçük de olsa kendinden söz ettiriyor. 14 Mayıs’tan sonra ortaya çıkan tablo bize halkın, aşırı sağa kaymış bir cephe ile Türkiye’nin geleceğini çoğulcu, özgürlükçü bir demokraside görenler olarak ayrıldığını gösteriyor.

***

İlk turda sandıktan ne Kılıçdaroğlu ne Erdoğan çıktı. Bu, 2010’dan itibaren yükselişe geçen baskıcı, yasakçı ve gittikçe sağa devrilen popülist siyasetin karşısında oluşan direncin sonucu. Unutmamak gerek, tek adam rejimi mühürsüz oylarla ‘kabul edildi.’ Faşizmin yüz yıl sonra yeniden sahneye hakim olmak için kıpırdandığını ve bunun koşullarının oluşturulduğunu görmezden gelemeyiz. Umudu ve mücadele direncini koruyabilmenin en önemli şartlarından biri de uzun bir yolu kısa; engebeleri olan parkuru da düzlük diye hayal etmemek. Önümüzde, bir partiden ziyade yirmi yıldır, bütün kurumlara yerleşmiş, toplumun etik değerlerini aşındırmış ve en önemlisi beslendiği korkuyu büyütmeyi başarmış bir organizma var. Gerek nefret dili, gerek faili bulunamayan şiddet olaylarıyla travmatize edildiğimize ve bu şiddet sarmalının normalleştirilmeye çalışıldığına karşı uyanık olmalıyız. Faşizm halkın güvenlik endişesiyle güçlendiği kadar, öz değer eksikliğinden de faydalanır. Mantık yerine duygulara hitap eder. Günün sonunda insanları nasıl ve kimler tarafından yoksullaştığını düşünemeyecek kadar küçültür, veren eli, fail bile olsa tutturur. Yardımlara bağımlı kılınan milyonlarca insana hakaret etmek işe yaramayacağı gibi, otokrasiye karşı demokrasiyi savunurken elzem olan psikolojik üstünlüğü de yitiririz. Adım adım yakalanan kazanımları, sorun bir nefeste çözülmedi diye harcamak büyük haksızlık. Yazıyı Albert Camus ile bitireyim: “Belki tarihin bir sonu olabilir; ancak bizim görevimiz tarihe bir son biçmek değil, tarihi, bundan böyle doğru olacağını bildiğimiz surette yaratmaktır. İnsanın doğasına ve dünyanın güzelliğine inanmayı bırakmadan adaletsizliği sonsuza dek reddetmek mümkün mü? Cevabımız evet. Hem boyun eğdirilemez hem de inatçı olan bu etik, her durumda, tamamen gerçekçi bir devrimin yolunu aydınlatan tek şeydir.” Faşizm, her zaman tetikte olmamız gereken çok tehlikeli bir salgındır. 

*Lao Tzu