Gönül Çatalcalı son romanı Çöp - Kentin Efsanesi’ni savaşlar, sömürü ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada, hangi toplumsal kesimden olursa olsun, insan olabilmenin, insan kalabilmenin önemli olduğunu düşünerek kurgulamış.

İnsanlığın coğrafyası yoktur

ÖZGE DOĞAR

Çöp - Kentin Efsanesi romanı Gönül Çatalcalı imzasıyla okurlarıyla buluştu. Tekin Yayınevi etiketiyle raflardaki yerini alan romanda Gönül Çatalcalı kentin çöplüklerinde dolaşıyor bu kez, didikliyor kimsenin görmek istemediği kirli poşetleri. Konuşan, anlatan hatta bangır bangır “ben buradayım» diye bağıran bir çöp dağının efsanesini yazıyor ve “İnsanlığın yeri yurdu, coğrafyası yoktur” diyor.

Kentin Efsanesi Çöp, nasıl bir süreçte doğdu?
Yazıyla uğraşmak, yazmak, yaşama farklı bir yaklaşım biçimini getiriyor. İçinizi yakan, sizi etkileyen olaylara yalnızca bakmıyorsunuz; görüyor ve odaklanıyorsunuz. Önünüzde, kurmacanın gerçekliğine aktarabileceğiniz bir mesele olduğunu hissediyorsunuz. Çöp, günümüzde Türkiye’nin ve dünyanın en büyük sorunlarından biri. Atık toplayan insanlar ölçütünde ise daha fazlası. Toplum sorunlarına büyüteç tutan biri olarak, yıllardır gördüklerime duyarsız kalamadım. Çöp üzerine kafa yordum, atık toplayıcıların durumlarını inceledim, onlarla konuştum, filmler izledim, birkaç klasör dolusu fotoğraf belge, bilgi biriktirdim. Gördüklerimiz, gördüklerimizden ibaret değildi. Vahşi depolama alanlarının yani çöplüklerin kıyısında ya da birkaç metrekarelik alanda topluca yaşayan insanların durumları, yalnızca yoksullukla adlandırılamazdı, apayrı dramlar içeriyordu. Söz konusu olan şey, koku ve kirle birleşen en alt katmanda olma, orada yaşamaya mecbur kalma haliydi.

Çöp - Kentin Efsanesi ötekilerin romanı mı?
Ötekilerin romanı denebilir, bunun farklı yönleri var. İnsani açıdan, üzüldüğümüz ya da tiksindiğimiz için görmemeyi yeğliyoruz onları. Siyasi yönü ise çoğunun Güneydoğu›dan ya da Suriye’den gelen kişiler olmaları. Toplumun büyük kesimi, devlet eliyle Güneydoğu›dan göç etmek zorunda bırakılanları ve devletin yanlış politikalarıyla Suriye’den gelenleri “ötekiler” sınıfına koydu. “Yine bunlar!” diyerek, “Her yeri sardılar!” diyerek başlarını çeviriyor insanlar. Tümüyle kendisinden ayırıyor. Ancak ne denli görmezden gelinse de her yerdeler. “Ait olamadıkları kadar içinde oldukları kent”lerde yaşıyorlar. Kent onları dışlıyor ve yokmuş gibi davranıyor. Atık toplayıcılar da bulundukları yere ait hissetmiyorlar kendilerini. Ancak ben romanı oluştururken farklı bir gözle baktım onlara, hikâyelerini içselleştirdim. Kurmacanın gücünden yararlanarak hayali bir çöp dağının eteklerinde, bir cennet yaratmak istedim. Savaşlar, sömürü ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada, hangi toplumsal kesimden olursa olsun, insan olabilmenin, insan kalabilmenin önemli olduğunu düşünerek kurguladım romanı. İnsanlığın yeri yurdu, coğrafyası yoktur, diye düşünerek...

Romanı okurken tüm kahramanları ana karakter olarak düşündüm, siz de yazarken bunu mu hedeflediniz ve karakterler yaşamlarının kahramanı mı?
Şöyle diyelim, her koşulda “insan olma” meselesini, temel konu olan çöp ve çöplükle bağlantılı olarak, farklı karakterler üzerinden anlattım. Böyle kurguladım romanı. Farklı hayatları, farklı mekânlarda yaşayan kişileri bir çatı altında toplayıncaya dek onlar kendi hikâyelerinin kahramanları oldular. Daha önce de kullandığım bu paralel kurguyu seviyorum. Çünkü her yaşam kesiti kendi iç dinamiklerini taşıyor metne, üstelik biri diğerinden daha önemsiz değil. Aslında bir roman yalnızca tek kahramanın romanı değildir. Yaşam, hiç ummadığımız noktada dengelerimizi altüst ederken bize umut, çare olan insanları da karşımıza çıkarır ve o kişilerle dokunmaya başlar hikâyemizin örgüsü. Heraklitos’un, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” deyişini severim. Karakterlerim bu etkileşimlerle roman boyunca değişim ve dönüşüm geçirirler, hiçbiri başlangıçtaki kişi değildir; onlar da romandaki yaşamın içinden geçerler çünkü. Metni besleyen karakterlerin yaşamlarını da beni bu romanı yazmaya iten çöp konusu kadar önemsedim ve işledim. Ancak yine de başkarakter bellidir. Olayların onun çevresinde dönüp dolaştığı ve kitabın sonuna gelindiğinde kendisine dayandığı kişidir.

Roman ilerledikçe merak duygusu daha fazla tetikleniyor. Zıt unsurlar birbirlerinin içine geçmeye başlıyor. Farklı unsurlar bir çemberde birleşiyor, diyebilir miyiz?
Merak, bir öyküyü ya da romanı okutan en önemli unsurdur bana göre. Beni yazdıran duygu da budur. Olaylar, ilk notlarımın çok dışına taşar çoğu kez, ben de bir merakın peşinden sürüklenirim. Bu romanda da farklı yaşam kesitlerinden insanları buluşturdum. Bir çöplükte bir araya gelemez dediğiniz kimlikler bunlar. Geldiler. Karşılaşmaları yeni meraklar yarattı, yeni sorular doğurdu.


Romanda kadınların güçlü karakterleri ilgimi çekti. Kadınlar sıradanlığı bozuyorlar, gerektiğinde dik duruyorlar. Üç aile ve bunların kesişen hayatları ucu açık bir çizgide bitiyor. Okurların zihninden kim bilir neler geçiyor, siz okur olsaydınız kaç yolla bitirirdiniz?
Simone de Beauvoir, “Kadın olunmaz, kadın doğulur” der. Kadınların var oluşlarından bu yana yaşadıkları eşitsizlikler, engellenmeler, onları güçlendiren faktörler oldular. Gerektiğinde savaşmayı, birleşmeyi, tek yürek olmayı başarabiliyorlar. Dilber, Asiye ve Dürdane, toplumun benzer kesimlerinden gelen ve yaşamın rastlantılarla buluşturduğu kadınlar. Suzi ise farklı bir sınıftan, farklı ırktan olmasına karşın isteyerek onlarla bu duygu birliğini sağlayabiliyor. Feminizmin tarihi, bütün toplumların kadın mücadeleleriyle dolu. Bizde de Osmanlı’nın son döneminden bu yana kadınlar kendi feminist tarihlerini yazdılar, yazıyorlar. Hayatta kalmak, dik durmak için adeta bilenmiş, saldırılara karşı kalkanlarını güçlendirmiş bir varlık kadın. Kitabın sonuyla ilgili sorunuza dönersem, evet kitap ucu açık bir sonla bitiyor. Ben öyküyü tarif ederken, “Sona gelindiğinde başlar öykünün yolculuğu” derim. Roman da “bitti” denilen yerden başlamalı, okurun zihninde yeniden yazılmalı. Bana soruyor okurlar, “Bundan sonra Doğan’a, Zülfikar’a, Dilber’e neler olacak?” diye. “Bunun yanıtı, bu efsaneyi yazan çöp dağında. Ona sorun” diyorum.

Romanda dil zaman zaman şiirselliğe kayıyor ve metin adeta bir dil şölenine dönüşüyor. Bu akışı nasıl sağlıyorsunuz.
Türkçe çok güzel, işlek bir dil. Anadilime duyduğum saygıdan dolayı bütün kitaplarımda dil ve anlatım meselesini çok önemsiyorum. Metnin konusu ne olursa olsun, o temanın nasıl anlatıldığı önemlidir benim için. Okuduğum yapıtlarda da önce dile bakarım. Kötü, özensiz bir Türkçeyle iyi bir edebiyat yapıtı oluşturulamayacağının bilincinde olarak kullanıyorum dili. Okurdan önce beni saran, sarsan, estetik değerlerin öne çıktığı, çağrışımların dille zenginleştiği, yükseldiği noktalar olmalı metinde. Yıpranmamış metaforlar kullanmaya, söyleyiş özgünlüklerine önem veriyorum. Şair değilim ama şiir bu konuda geniş bir alan açıyor bana. Şiirin, dilin sonsuz kullanım biçimlerinden yararlanıyorum.