Google Play Store
App Store

İpek Gürkaynak hocayla hem okul hem de yarı yarıya bölüm arkadaşı sayılırız, o psikolojiden ben sosyolojiden 10 yıl arayla, okul aynı, ODTÜ, ruh aynı. Çok sevilen, dersleri şimdiki söyleyişle “efsane” olan Mehmet Gürkaynak hocanın yol ve yaşam arkadaşı, eşi.

İpekli mektup

Çok mektup yolladım, az mektup aldım, yılmadım, yine yazdım. O zamanlar günler uzundu, taşra sarı sıcaktı, yazlar kıyımızdı, deniz uzaktı... Böyle cümleler de kurdum, yalnızlık edebiyatı yapmadım ama yaz ve taşra edebiyatı yaptım. Çocukluk yazları ve ilkgençlik taşraları, edebiyat biraz da budur ve Türkçe de kıvamını biraz “dışarlıklı” olmakla bulmuştur, bulur.

O zamanlar kitaplar da yaz günleri gibiydi, uzun ve güneşli. Gölge arayınca şiire kaçardım da, ya öykü? Ona akşamları bakardım, yazlık sinema, aile çay bahçesi, Porsuk kıyısı, Adalar semti gibi bir şeye benzerdi öykü okumak da. Okumak dışarı çıkmak, hava almak, dolaşmak, gözleri parlatmak ve geleceğin ışığını düşleyip uyuyamamak gibi bir şeydi sevinçten, içi içine, bugünü yarına sığmamaktan.

Cemal Süreya’nın “Sonunda anladım ki bir kitapta resim şart” deyişine benzer bir şey olacakmış meğer, onca okuyunca yazmak gerekecekmiş ve edebî mi bilmem ama “hayati” bir gerçeklik olarak, ilk romanımız, öykümüz, şiirimiz, günlüğümüz, kısacası ve uzuncası ilk yapıtımız sayılan, saydığım, sevdiğim mektup olacakmış bunun da adı.

Ne çok ilk yapıtım olacakmış böylece, öyle ya her birinin adı, şehri başka olan arkadaşlara yazdığın ilk mektup da başka bir ilk yapıt sayılır, hatta insanın ilkyazı! Sait Faik okumak da öyledir, ne yazarsa yazsın sözcüklere bahar gelmiş gibidir. Semaver’le başlamıştım onun da ilk yapıtı olan ve 1936’da yayımlanan öykü kitabıyla. “İpekli Mendil” de kitaptaki öykülerden biriydi. Üzgün bir öyküdür. Sevdiğine armağan etmek için ipekli mendil çalan on beş yaşında bir oğlanın ağaçtan, hangi ağaçtan diye sormasanız da söyleyeceğim, dut ağacından düşüp can vermesinin kederli öyküsü. Çocuk ölmek üzeredir, kapıcı sımsıkı kapalı yumruğunu açar. “Bu avucun içinden bir ipekli mendil su gibi” fışkırır: “İyi, halis ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun; sonra avuç açıldı mı insanın elinden su gibi fışkırır.”

Mektuplar da öyle, daha zarfın içinde, kapalıyken hissedersiniz bunu, şarkının “bazen neş’e bazen keder” dediği gibidir, içinden iyilik, umut, gülüşlü sözcüklerin taşacağı bir doluluk taşır. Zarfsız kuşlar gibi zarfsız mektuplar bunlar ama her birinin pulu var ve o kendiliğinden gelip konuveriyor işte! Ece Ayhan’ın her okuyuşumda oradaymışım duygusu veren, “Zambaklı Padişah” şiirindeki şu bölümü yaşatarak: “Biz kuşları tutmuyoruz ki / Kapıda koyveriyoruz / Dönüp onlar ceplerimize giriyorlar / N’apalım?”

O kuşlar, o pullar, o mektuplar, bunlardan biri, aralarında en sevdiğim diyeyim, ‘İpekli Mektup’lar, ki gönderenin adıyla geliyorlar, sevgili hocam İpek Gürkaynak’ın mektupları.

İpekdili adlı bir dergi çıkardı şair arkadaşımız İhsan Deniz Bursa’da, yıllarca. O derginin adı da bu mektupların diline yakışıyor doğrusu. Kitaplardan, dergilerden, anımsattıkları, çağrıştırdıklarından, Ankara’dan, İstanbul’dan, Biga’dan, içi ipek pulu yürek mektuplar diyeyim o inceliği anlatmak için.

İpek Gürkaynak hocayla hem okul hem de yarı yarıya bölüm arkadaşı sayılırız, o psikolojiden ben sosyolojiden 10 yıl arayla, okul aynı, ODTÜ, ruh aynı. Çok sevilen, dersleri şimdiki söyleyişle “efsane” olan Mehmet Gürkaynak hocanın yol ve yaşam arkadaşı, eşi.

Söylemesem olmaz İpek hoca benim yazılarımın, kitaplarımın ilk ve hep okurlarından, iki oğullarından birinin adıyla söylersem “Gönenç” veriyor bu bana, diğer oğul Refet. Ben de İpek hocanın mektuplarının tutkulu bir okuruyum, artık zarfsız, pulsuz olsa da, “uçup onlar mektup oluyorlar / n’apalım?” Daha çok olsunlar ve hep olsunlar, mektup gibisi var mı hele İpekliyse!