İran’ın ilk vampir filmi
Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız. (Fotoğraf: Imdb)

Bir filmin kendini kült görmesi ve buna göre davranması hayranlık uyandırıcıdır.

Bu hafta film tavsiyesinde bulunmak istiyorum ve ara sıra bu şekilde yazmayı da sürdüreceğim. Önereceğim film, Ana Lily Amirpour’un ilk uzun metrajlı filmi olan, 2014 yapımı, "Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız / A Girl Walks Home Alone at Night". Distopik bir aşk hikâyesinin anlatıldığı, bu son derece havalı ve çekici filmin türü ise kendi tabirimce “pop art noir”.

Hayali İran’da bulunan, fahişelerin, uyuşturucu satıcılarının kol gezdiği Bad City kasabasında, geceleri yapayalnız gezinen kara çarşaflı dişi vampir (Sheila Vand), kasabadaki suçluların peşinde dolaşır ve onları avlar. Vampir kız, her ne kadar kara çarşafı ile geceleri sokaklarda gezse de evinde gayet post punk müzikler dinleyen alternatif bir karakter. Uyuşturucu bağımlısı babasının borçları nedeniyle hayatta en değer verdiği varlığı olan klasik arabasını satmak zorunda kalan James Dean tarzıyla dikkat çeken Arash’ın (Arash Marandi) yolu bu kara çarşaflı vampirimizle kesişir. Ve aralarında tuhaf bir ilişki başlar. Terkedilmiş havası veren hayali yeraltı kenti Bad City’nin karanlık ve kasvetli sokaklarında gezindiği gecelerden birinde vampirimizin, partiden çıkan Drakula kostümlü Arash’la karşılaştığı sahnenin mizahi yükü, eğlendirici ve akılda kalıcılığı filmin türünün ve tonunun altını çizmiş olur.

İRAN YERALTI DÜNYASI

Film Ana Lily Amirpour’un grafik romanından aynı isimle uyarlanmış. Uyarlamanın getirdiği olumlu etki filme, içine alan atmosfer ve görsel huzursuzluk olarak geri dönmüş. Ancak hikâye olarak filmin senaryonun neredeyse olmadığını görüyoruz. Çoğu ilgili sinema izleyicisine korku, sürrealizm ve westernlerden sevdiği şeyleri toplamış birisinin filmi gibi de gelebilir. Bunlar benim için olumsuz değil. Aksine eğer iyi yapılırsa atmosfer ve duygulara yoğunlaşan yapımları seviyorum. Vampir kızın siyah çarşafın içine giydiği Fransız denizci tişörtü ile gece yarısı sokaklarda dolaşması, kay kaya binmesi gibi tüm mizansen ögeleri, Jim Jarmush ve hatta David Lynch’in Eraserhead’inin garipliklerini akıllara getiriyor. Frank Miller grafiklerinin hissiyatını taşıyan filmin kült bir filmmiş gibi davranma halini çok beğendim. Kendini kült görmesini ve buna göre davranmasını hayranlık uyandırıcı buldum. Yarattığı atmosfer, karakterlerin uzaklığı, avangard dokunuşlar, siyah-beyaz olması, post punk ve psikedelik müzik arşivlerinin kullanılması ile nişleşen bu film keyifle izlenebilir.

İÇ IÇE GEÇEN TÜRLER

Filmin benim için tek eleştirilecek tarafı “İran’ın ilk vampir filmi” cümlesiyle lanse edilmiş olması. Yönetmeni Amirpour’un İngiltere’de doğup Amerika’da büyümüş birisi olarak, filmini ilk İran vampir filmi olarak vizyona sokturması seyirciye yönelik ufak bir kandırmaca. Bunun ötesinde filmin çekildiği yer de California. İranlı anne babanın Amerikan pop kültürüyle büyümüş olan Ana Lily Amirpour bizlere fantastik bir rüyasını anlattığı bu filmin ardından, bir çöl distopyasında genç bir kadının yamyamlar tarafından kaçırıldığı “Yemekle Oyun Olmaz/The Bad Batch” filmini çekti. Yönetmenin ilk filmdeki başarısını ikinci filminde bulamadım, sanırım ilk film yaparken deneyimlenen olanaksızlıkların bazen nasıl avantaja dönüşebildiğinin kanıtlarından biri olarak “Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız”ı not etmek gerekir. Yönetmenin üçüncü filminde de fantezi, gizem, gerilim türünden uzaklaşmadığını görüyoruz. Islak ve neon ışıklı New Orleans atmosferinin kurulduğu “Mona Lisa and the Blood Moon” filminde alışılmadık güçlere sahip bir kızın akıl hastanesinden kaçmasını izliyoruz. Kısacası Amirpour yaratıcı seçimlerle stilize ettiği filmlerinde türleri karıştırmaya, dünya inşa etmeye devam ediyor.