Google Play Store
App Store

The White Lotus, izleyiciyi, Batı’nın ‘ilkel’ kabul ettiği insanları sergileyen ve utançla ha-tırlanan 19. yüzyıl ‘insanat bahçeleri’ne benzer bir dünyada hissettiren, hiciv geleneğini başarıyla sürdüren bir yapım.

İroni, çürüme ve sınıfsal alegori
Fotoğraf: IMDb

Üçüncü sezonuyla ekranlara geri dönen The White Lotus, artık neye meyledeceğini bildiğimiz bir yapım haline geldi. Etkileyici tema müziği ve zekice işlenen hicivsel öğeleriyle her sezon daha da derinleşen dizinin eleştirisi, bu sezonda bir kez daha zirveye çıkıyor. Tayland’ın egzotik manzaralarında geçen bu sezonda, izleyici, zengin ve ayrıcalıklı karakterlerin iç dünyalarındaki çürümüşlüğü ve yozlaşmayı yakından keşfederken, lüksle dolu dünyada kaybolmaya bir adım daha yaklaşan bu insanların peşinden sürükleniyor. Mike White’ın yarattığı hiciv dizisinin üçüncü sezonu, öncekilerden daha karanlık, keskin ve merak uyandırıcı bir açılış sahnesiyle başlıyor. The White Lotus, izleyiciyi, Batı’nın "ilkel" olarak kabul ettiği insanları sergileyen ve utançla hatırlanan 19. yüzyıl "insanat bahçeleri"ne benzer bir dünyada hissettiren, aynı zamanda antik çağlardan bugüne uzanan hiciv geleneğini başarıyla sürdüren bir yapım. Samuel Beckett’in varoluşçu yaklaşımını andıran keskin bir eleştiriyle karakterlerin trajikomik durumları, modernleşmenin ve insan doğasının aksayan yönlerini ustaca ortaya koyarken, güç, iktidar ve zenginlik peşindeki eylemler adeta bir laboratuvar ortamında inceleniyor. Ve her sezonda olduğu gibi, Cristobal Tapia De Veer’in bestesi, dizinin atmosferine felsefi bir yoğunluk katarak izleyiciyi karakterlerin iç dünyalarındaki karanlıkla yüzleştiriyor.

TOKSİK SAĞLIK

The White Lotus dizisinin üç sezon boyunca lüks tatil köylerini mekân olarak seçmesi, zenginlerin huzur arayışını ve çalışanların sömürülen emeğini yan yana getiren wellness endüstrisini kullanması bilinçli ve anlamlı bir tercih. Wellness kavramı, 1970’lerde alternatif tıp, bütünsel sağlık ve New Age spiritüalizmi gibi akımlardan doğdu. Bu akımlar, 17. yüzyılda ortaya çıkan ve 19. yüzyılda profesyonelleşen mekanik materyalizm anlayışına bir tepki olarak gelişti. Geleneksel tıp, bedeni bir makine gibi ele alırken, zihin, duygular, inançlar ve sanat gibi unsurları genellikle göz ardı ediyordu. Alternatif tıp ve wellness hareketleri ise insanı sadece fiziksel bir varlık olarak değil, hikâyeleri, inançları ve duyguları olan bütünsel bir birey olarak değerlendirdi. Bu hareketler, insanlara acılarının nedenine dair anlamlı bir hikâye sundu; bu hikâye bazen basit veya bilimsel temelden uzak olsa da bireyler için önemli bir anlam taşıyordu. Wellness, bireylere günlük ritüellerle kontrol hissi vererek, sağlığı ve huzuru daha kişisel tercihlere dayalı hale getirdi. Bir mantra söylemek, kahvaltıyı atlamak ya da "mucizevi" takviyeler almak gibi alışkanlıklar, sağlığı bireysel tercihlere indirgemeye başladı. Günümüzde ise ana akım tıp, wellness ve bütüncül sağlık yaklaşımlarını giderek daha fazla benimsemeye başladı. Örneğin, İngiltere Ulusal Sağlık Servisi (NHS), zihin ve beden arasındaki ilişkiyi güçlendiren hizmetlere yönelmeye başladı. Ancak wellness hizmetleri her zaman erişilebilir değil. Sadece ekonomik olarak ayrıcalıklı kesime hitap eden bir alan olarak kalıyor. İşte The White Lotus bu noktaya da odaklanıyor. Dizi, lüks bir tatil köyünde geçerken, wellness endüstrisinin gerçekte kimlere hitap ettiğini gözler önüne seriyor. Sağlıklı yaşam ve huzur vaat edilen bu mekânlara yalnızca aşırı zenginler gelebiliyor. Burada wellness, yalnızca fiziksel ve ruhsal bir iyilik hali değil, aynı zamanda statü sembolü haline geliyor. Bu çerçevede dizinin üç sezonu arasında özellikle ikinci sezonun Tanya karakteri (Jennifer Coolidge), bu durumu mükemmel bir şekilde özetliyordu. Sonsuz parası var ama huzuru yok. Spa terapistleri ve otel çalışanları onun için yalnızca birer hizmet sağlayıcı; onların da kendi hayatları, duyguları ve mücadeleleri olduğunu hiç düşünmüyor. Tanya'nın, spa çalışanı Belinda'yı anlık bir hevesle bir iş girişimine yatırım yapacağına inandırması, ancak sonunda onu yüzüstü bırakması, bu sömürü dinamiğini net bir şekilde ortaya koymuştu.

BEYAZ LOTUS VE TEZATLAR

Dizinin ismi, anlatının temel temalarını derinleştiren güçlü bir ironi taşıyor. Beyaz lotus, saflık, ruhani aydınlanma ve dünyadan etkilenmeden var olmayı simgeler. Ancak The White Lotus, bu kavramları altüst ederek, yozlaşmış ve ahlaki çöküş içinde debelenen karakterlerle dolu bir dünya sunuyor. Lüks tatil köylerinde geçen hikâyelerde, zengin konuklar huzur ve bilgelik arayışında değil; tam tersine doyumsuz, bencil ve ahlaki açıdan çürümüş bireyler olarak resmediliyor. Hindu ve Budist geleneklerinde beyaz lotus, karma ve yeniden doğuşla ilişkilendirilirken, dizide karakterler sürekli aynı döngüleri tekrarlıyor, hatalarından ders çıkarmıyor ve hiçbir zaman gerçek bir dönüşüm yaşamıyor. Böylece dizinin ismi, ironik bir anlam kazanarak, ruhani aydınlanma fikrinin lüks ve ayrıcalıkla nasıl içi boşaltıldığını gözler önüne seriyor. Öte yandan, tatil köylerinin sunulan cennetvari imajı da beyaz lotusun sembolizmiyle tezat oluşturuyor. Dışarıdan kusursuz görünen bu mekânlar, içinde derin bir çürümüşlük barındırıyor. Personel ve konuklar arasındaki keskin sınıfsal ayrım, lotusun "dokunulmadan kalma" metaforuyla birleşiyor. Tatil köyü çalışanları, zenginlerin dramlarına tanıklık eden ancak asla tam anlamıyla dâhil edilmeyen figürler olarak varlık gösteriyorlar - tıpkı lotus çiçeğinin suyun içinde olup ona dokunmaması gibi. Fakat The White Lotus’un en büyük ironisi burada yatıyor: Beyaz lotus dünyadan etkilenmeden var olmayı simgelerken, dizinin karakterleri bulundukları ortamın çarpıklığından etkilenerek yanlış kararlar alıyor ve kaçınılmaz şekilde mahvoluyorlar. Dizi, bu çürümüş mikrokozmos aracılığıyla aslında günümüz dünyasının birebir yansımasını sunuyor. Tatil köyü, dışarıdan bakıldığında lüks ve konforun hüküm sürdüğü izole bir alan gibi görünse de, içeride sınıfsal eşitsizlikler, sömürü ilişkileri ve iktidar mücadeleleri kaynıyor. Bu dinamik, küresel ölçekte de geçerli. Dünyanın büyük bir kısmı ekonomik ve sosyal krizlerle boğuşurken, küçük bir kesim, içinde yaşadığı lüks balonda bu gerçekleri görmezden gelerek hayatına devam ediyor. The White Lotus, tam da bu noktada güçlü bir alegoriye dönüşüyor.

KOZMİK MESAFE

Dizinin kalbi, her zamanki gibi, otelin personelinde atıyor. Natasha Rothwell, birinci sezondaki spa terapisti Belinda rolüyle geri dönüyor ve bu sefer Tayland’daki bir değişim programına katılıyor. Ancak bu sezonun en tatlı hikâyesi, güvenlik görevlisi Gaitok (Tayme Thapthimthong) ile spa çalışanı Mook (Blackpink’ten Lisa) arasındaki masum aşk hikâyesi. Bu ilişki, dizinin daha önce sahip olmadığı bir duygusal derinlik katıyor. Yine de, personelin hikâyeleri hâlâ misafirlerin gölgesinde kalıyor. Taylandlı karakterler çoğunlukla isimsiz ve birbirinin yerine geçebilir şekilde tasvir ediliyor. Bu durum, dizinin Batılı bir izleyici kitlesine yönelik olduğuna ve yerel kültürü anlamaya yeterince ilgi göstermediğine işaret ediyor. Üçüncü sezon, öncekilerle aynı temaları işlerken daha karanlık ve daha karmaşık bir anlatım sunuyor. Mike White’ın keskin mizah anlayışı ve karakterlerin iç dünyalarına odaklanan anlatımı, bir kez daha The White Lotus’u modern bir hiciv başyapıtı haline getiriyor. Özellikle akıllarınca hiciv yapabildiğini zanneden Cihangir Cumhuriyeti dizisini yapanların, bu diziyi notlar alarak izlemeleri gerek. Aralarındaki mesafe, kozmik mesafe kadar soyut ve pek kapanmaz; ama benden söylemesi."