Araştırmacı-yazar Zafer Aydın, “Giden gidecek belli, yani AKP’nin iktidarda kalma olasılığı neredeyse kalmadı. AKP giderken arkasında büyük bir enkaz bırakacak. AKP’yi gönderirken yeni dönemin sorunlarına ve mücadelesine de hazırlık yapmak gerekiyor” diyor.

İşçiler seçim sonrasına hazırlanmalı

Yazı Dizisi
Hazırlayan: Dilan ESEN

Başlarken...

İşçi sınıfının arkasında bıraktığı son 20 yılı hak kayıpları, işsizlik, grev yasakları, polis müdahaleleri, sendikasızlaştırma ve AKP’yle geçti. Araştırmacı yazar Zafer Aydın ile emekçilerin AKP’li yıllarını ve seçimi konuştuk.

Bu yılın tüm ülke açısından büyük değişimler yaşanacağı belirtiliyor. Uzun süredir AKPnin iktidarda olmasıyla işçi sınıfı ne gibi kayıplar yaşadı?

Tereddütsüz ve net bir biçimde söylemek gerekir ki AKP, iktidarda olduğu dönemde en büyük kötülükleri emekçilere yaptı. En ağır mağduriyeti işçi sınıfına yaşattı. Bilindiği gibi AKP geride bıraktığı 20 yılda pek çok konuda zikzaklar çizdi, birbiriyle çelişen, farklılaşan tutumlar sergiledi, bazen sert bazen yumuşak profil çizdi, ama devamlılık gösterdiği konu işçi düşmanlığı oldu. Yakınını kaybeden madencinin Başbakan'ın danışmanı tarafından tekmelenmesi fotoğrafı piyasacı, sermayeci bir parti olarak, emeğe, emekçilere, emeğin haklarına karşı düşmanlığını çok iyi sembolize etmektedir.

AKP, işbaşına geldiğinde önce yumuşak yumuşak, reform ve benzeri kavramlarla ikna gücünü kullanarak emeğin haklarını budarken zaman içinde daha otoriter baskıcı yöntemleri devreye soktu. Her iki yolda sonuçta emekçinin hayatının, ekmeğinin, sendikasının, güvencesinin, sosyal güvenliğinin, hak arama araçlarının elinden alınmasına, daha doğru bir ifadeyle çalınmasına çıktı.

AKP'nin işbaşına geldiği yıllarda neoliberal rüzgârların hızı azalmış olsa bile esintisi, etkisi hâlâ devam ediyordu. Bu rüzgârlar AKP'ye geniş bir hareket alanı yarattı. AKP, neoliberal yaklaşımları benimseyen tutumuyla hem yeni sermaye yaratmada geniş bir fırsatlar demetine sahip oldu hem de kendisine mesafeli yaklaşan egemen sınıf temsilcileriyle ortaklaşma noktası yakaladı. Bu ortaklaşmanın yarattığı güven ve cesaretle öncelikle emekçileri hedef tahtasına oturttu. İlk yaptığı hamle, çalışma yaşamını kurallardan mümkün olduğu kadar arındırmayı, esnekleşmeyi hedefleyen yeni iş yasası oldu. 10 Haziran 2003'te kabul edilen 4857 sayılı İş Yasası hem büyük sermayeyi hem de AKP'nin desteğini aldığı, palazlandırmayı hedeflediği sermaye çevrelerini memnun etti. Çünkü yapılan düzenleme TİSK, TÜSİAD, TOBB ve elbette MÜSİAD'ın beklentilerini büyük ölçüde karşılamaktaydı. Çıkarılan yasa ile çalışma yaşamında kuralsızlık, esneklik "kurallara" bağlandı. Taşeronlaşmanın önü açıldı.

Takip eden AKP'li yıllarda çalışma yaşamı tamamen güvencesiz, kuralsız bir hale getirildi. Güvencesizliği kuralsızlığın yol açtığı en vahim tablo da iş cinayetleri olarak karşımıza çıktı. Çünkü çalışma yaşamının kuralsızlaşması, güvencesizleşmesi ile işçi ölümleri arasında dolaysız bir bağ söz konusu. İşçi Sağlığı İş Güvenliği Meclisi'nin verilerine göre AKP'nin işbaşına geldiği 3 Kasım 2002 ile 3 Kasım 2022 tarihleri arasında 30 binden fazla işçi yaşamını yitirdi. Korkunç bir tablo. Bu tablo karşısında "kader, fıtrat" diye sergilenen tutum bunca iş cinayetinin daha çok kazanç uğruna bile bile yaşatıldığının göstergesi.

AKP'nin bir diğer adımı DSP-MHP-ANAP hükümeti tarafından çıkarılan iş güvencesinin kapsam maddesini daraltmak oldu. İş güvencesinden yararlanma koşulunu 10 kişiden fazla çalışanın olduğu işyerlerinden 30'dan fazla çalışanın olduğu işyerlerine yükseltti. Böylece yasaya en çok ihtiyaç duyan küçük işyerlerinde çalışanları yasanın dışına çıkardı. Bu yasa aynı zamanda sendikal örgütlenmeye güvence sağlamayı amaçlıyordu, bu da işlevsiz kılındı. Sendikal örgütlenmenin önüne fiili bir dizi engel konularak işçilerin örgütlenme özgürlüğü kullanılmaz hale getirildi.

AKP, 12 Eylül'ün ürünü olan erteleme adı altında grev yasağına olanak sağlayan grev yasağı düzenlemesine sık sık başvurdu. Cam, lastik ve metal ağırlıklı olmak üzere grevleri erteleme adı altında yasakladı. Grev yasakları, "nasıl olsa grev yaptırmıyorlar" duygusunu büyüterek, işçileri verilenle yetinmek durumuna getirdi. Grev hakkını kullanma eğilimindeki düşüş doğal olarak işçi ücretlerinin baskılanmasını getirdi. Öte yandan asgari ücretin düşük belirlenmesi de buna eklenince işçi ücretlerinde ciddi bir düşüş yaşandı. İşçilerin satın alma gücü azaldı, yani eve götürdükleri ekmek küçüldü.

Zafer Aydın

Sağlıkta, sosyal güvenlikte yaptığı düzenlemelerle bu alanlarda kamu yararını, insanı devre dışı bırakarak, hizmetleri piyasanın insafına, paranın egemenliğine terk etti. Emekli aylıklarının hesaplanma yöntemini değiştirerek emeklilerin gelirlerini düşürdü. Özelleştirme yoluyla çalışanları işsizliğin girdabına iterken sendikaların tabanını daralttı. 

 AKP, ideolojik saiklerle ve tehdit yoluyla sendikaların büyük kısmını kontrolü altına aldı ve büyük oranda işlevsiz hale getirildi. Buna işçilerin etnik ve dinsel kimliklerini, politik aidiyetleri sınıf kimliğinin önüne koyan bir kültürel iklim de eklenince sendikalar misyonunu kaybetti. Sonuçta, işçilerin çıkarlarını kolektif düzeyde geliştirmesi gereken sendikalar, işverenlerin idari işler müdürü rolünü üstlenerek bireysel çıkarlara hizmet eden, "iş bitirici" yapılar haline dönüştü. 

Listeyi uzatmak, detaylandırmak mümkün ama kabaca bunlarla yetinelim. Daha doğrusu bu sıraladığımız noktalar üzerinden emeğin AKP'li yıllarına dair bir hafıza tazelemesi yapmış olalım. 

EMEĞİN YÜKSELEN İTİRAZI

Hem ülkede hem dünyada işçiler ayaklandı ve tüm bunların başındaki sorun geçim derdi. 1 Mayıs’a giderken işçilerin durumu nedir, nasıl talepleri var?

Evet sizin de söylediğiniz gibi, dünyanın pek çok yerinde işçi sınıfının hareketlendiği, hak ve özgürlük talepleriyle eyleme geçildiğini görüyoruz. Sınıfın artan eylemliliğini sosyal güvenlik hakları ya da ücret artış taleplerinin ötesinde neoliberal politikalar karşısında emeğin yükselen itirazı olarak da okuyabiliriz. Okumayı böyle yapacak olursak örneğin Fransa'da sosyal güvenlik yasasındaki değişikliğe karşı grevleri, protesto gösterilerini son yirmi yılda Seattle, Prag, Cenova ve benzeri merkezlerde ortaya konan sosyal hakları savunan küreselleşme karşıtı hareketlerin devamı saymak mümkün. Bu da toplumsal mücadelenin sürekliliğinin sağlanmasında sınıfın rolüne işaret etmekte. Şunu da not etmek gerekir ki, sosyal hakları savunmak üzere ortaya konan itiraz, yeni dönemde pek çok ülkede ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesinde önemli bir faktör olacaktır.

Türkiye'de son yıllarda işçi eylemlerinde, direnişlerde, grevlerde, fiili grevlerde yani yasağa rağmen yapılmış grevlerde ciddi bir artış olduğu ortada. Fotoğrafın bütününe baktığımızda azımsanmayacak kadar işçinin harekete geçtiğini tespit etmek mümkün. Eylemler sektörel düzeyde geniş bir çeşitliliğe sahip oldu. Kuryelerden, çorap işçilerine, madencilerden, metal işçilerine, inşaat işçilerine kadar oldukça geniş bir işçi topluluğunun bir kısmı başarıyla sonuçlanmış eylemleri görüldü. Bu eylemlerin bir kısmı sendikaların çatısı altında bir kısmı ise işçilerin kendi aralarında kurduğu örgütlenmeler yoluyla gerçekleşti. Bu eylemlerde sendikaya üye olduğu için İşten atılan işçinin talebi örgütlenme hakkıydı. Grevi yasaklanmasına rağmen fiilen greve çıkan işçinin talebi grev hakkının engelsiz kullanılmasıydı. Düşük ücrete karşı iş bırakan işçinin talebi insanca çalışma koşulları ve yaşamını sürdürmeye yetecek ücretti. Hiç kuşkusuz bu talepler sınıfın bütün kesimlerinin buluştuğu 1 Mayıs'ın da temel talepleri olacaktır. 1 Mayıs farklı farklı kulvarlardan yürüyen işçilerin buluştuğu ve sesini yükselttiği zemin olarak anlam kazanacaktır. 

SEÇİMDE EMEKÇİLER BURADAYIZ DEMEK ZORUNDA

1 Mayıs’a giden süreçte aynı zamanda seçime de hazırlık yapılıyor. İşçiler seçimden ne bekliyor?

AKP karşısında pozisyon alan muhalefetin temel hedefi devleti geri almak ve devlet işleyişinin AKP eliyle deforme edilen yönlerini devlet geleneklerine uygun olarak yeniden dizayn etmek. Bunun yolu da başkanlık sisteminden güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş olarak formüle ediliyor. Küçümsemiyorum, yanlış bulmuyorum, AKP'den, otoriter tek adam rejiminden kurtulmak gerektiğini düşünüyorum. Ancak Millet İttifakı tarafından ortaya konan "geçiş planı" gerçek bir demokratikleşme içermiyor. Parlamenter demokrasiyle yerli ve yabancı sermayeye vaat edilen güvenceler, emeği, emeğin haklarını kapsamıyor. Kurgu devletin ve sermayenin öncelikleri üzerine yapılıyor. Bu nedenle emekçiler seçim döneminde taleplerini görünür kılmak, "Biz buradayız "demek zorundalar. Bu taleplerin birinci ayağını demokratikleşme, emeğin örgütlenme ve grev hakkı başta olmak üzere haklarının güvenceye kavuşturulması oluşturmalı. Diğer ayağını da AKP'den hesap sorma, kayıplarının karşılanması. Sadece Hazine’den çaldıkları değil, emekçilerden çaldıkları da geri alınmalı. 

Sendikalar, seçimde hangi partiye oy verilmesi gerektiği konusunda ortaklaşamayabilirler, ancak hangi partiye oy verilmemesi gerektiği yolunda çağrı yapabilirler. 1989 seçimlerinde "ANAP'a oy yok" kampanyası gibi AKP'ye oy yok kampanyası örgütlemeleri mümkün. Keşke emek örgütleri madenci yakınının tekmelendiği fotoğrafı afiş yapıp, "İşçi düşmanı AKP'ye oy yok" diye kampanya yapsalar. 

1 Mayıs'ın seçimlerden önceye rastlaması, seçim nedeniyle yükselen politizasyon, artan duyarlılıklar emekçiler için önemli bir fırsat yaratıyor. Bu fırsat kullanılarak sendikalı sendikasız tüm emekçiler, sınıfın doğal müttefikleri gençler ve kadınları da kapsayan bir güç 1 Mayıs'a yansımalı. Böylece seçimlere giderken olası iktidarlara da gerekli mesajlar verilebilir. 

Öte yandan geride bıraktığımız dönemde sendikal hareketin gövdesinin ağırlığını oluşturan örgütlerin sessizliği AKP'nin kurduğu otoriter rejimin "istikrarında" temel belirleyenlerden biriydi. Bu nedenle sendikal hareketin AKP vesayetinden kurtulması, bağımsızlaşması büyük önem taşıyor. Emek örgütlerini AKP'den bağımsızlaştırılması o örgütlerin üyelerinin sorumluluğunda olmakla beraber Türkiye'de demokrasi için mücadele eden her kesimin de sorumluluk alanı içindedir. 1 Mayıs bu açıdan da fırsat olarak değerlendirilmelidir.

Seçimden sonra sınıf mücadelesi elbette bitmeyecek. İktidarda bir değişim olursa neler yapılmalı? Ya da mevcut iktidar seçimi kazanırsa işçileri nasıl bir zorluk bekliyor?

Giden gidecek belli, yani AKP'nin iktidarda kalma olasılığı neredeyse kalmadı. AKP giderken arkasında büyük bir enkaz bırakacak. Bıraktığı enkazı temizlemek için işbaşına gelenlerin kemerleri sıkma politikaları uygulayacağı açık. Burada iktidarın elini kimin cebine uzatacağı yani ihtiyaç duyacağı kaynağı sermayeden mi, yoksa emekçilerden mi bulacağı sorusu karşımızda olacak. Bunun belirleyicisi de emek örgütlerinin mücadelesi olacak. Bu nedenle AKP'yi gönderirken yeni dönemin sorunlarına ve mücadelesine de hazırlık yapmak gerekiyor. 

1 MAYIS TARİHİ

1 Mayıs’a giden süreç Amerika’da 1700’lü yılların sonundan itibaren, günde 16 saate çıkan çalışma sürelerinin 10 saate, daha sonra 8 saate indirilmesi talebiyle başladı. 1886’da Şikago’da toplanan Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu, 8 saatlik iş günü için 1 Mayıs’ı grev günü ilan etti.  Osmanlı’da ise ilk 1 Mayıs İkinci Meşrutiyet’in ilanından bir yıl sonra, 1909’da Üsküp ve Selanik’te kutlandı. O günden bugüne kadar 1 Mayıs yasaklamalar, engeller hatta katliamlara rağmen günümüze kadar kutlanmaya devam edildi.

KRİTİK TARİHLER

***

BU KADAR ZULÜM YETER

Geride kalan yılda kadın işçilerin ekmek ve iş mücadelesi ön plana çıktı. Bursa Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi’nde Acarsoy Tekstil’de direnen kadınların ardından Barutçu Tekstil’de de aylardır eylemler sürüyor. 1 Mayıs’a giderken ve seçimlere de az vakit kalmışken kadın işçiler, birbiriyle dayanışma içinde sermayeye göğüs geriyor. Acarsoy’da haftalarca direnen işçilerden Emel Didir ile eylemlerini, 1 Mayıs’ı ve seçimleri konuştuk. SOL Parti Bursa Milletvekili adayı olan Didir, direnişin onu kendisine getirdiğini söylüyor. Türkiye’de örgütlenmenin engellenmeye çalışıldığını belirten Didir, “Bütün haklarımı ve dik durmanın başkaldırmanın, haklarını aramanın ne kadar güç verici olduğunu öğrendim” diyor. “Bizler işçiler üretiyoruz bu ülkeye, patronlara kazandırıyoruz ama onların verdiği kadar yaşıyoruz” diyen Didir, şu ifadeleri kullanıyor: “Bizler örgütlenirsek insan onuruna yakışır şekilde bir hayat insanca yaşamak için ücretler alırız. İlerde bizden sonra çocuklarımıza bu örgütlü işyerlerini miras bırakırız. Çocuklarımızın geleceği için örgütlü olmak şart. 1 Mayıs’ta her zamanki gibi alanlardayız. Bizler bugün 8 saat çalışıyorsak daha önceden bu kötü koşullara başkaldıran ve canlarıyla bedel ödeyen işçiler sayesinde 8 saat çalışıyoruz.”

Seçimde yapacağı çağrıdan bahseden Didir, “SOL Parti olarak bu kötü düzene son vermek ve yeni bir Türkiye kurmak için birlikteyiz. Yıllardır tekstil fabrikalarında baskılara mobbinge ve sözlü tacizlere maruz kalmış bir kadın olarak bu kötü koşulların artık son bulması ve işçinin, köylünün emeğinin karşılığını alması tarafındanım. Tarlada, fabrikalarda çalıştım, çok emek verdim. SOL Parti üyesi ve milletvekili adayı olarak işçinin, emekçinin yanında olmak haklarını alabilmek için pusulada SOL diyorum” diye konuşuyor.