İstanbul’un tarihine bakış
Önder Kaya - Yazar - @onderkayaistan1.
İstanbul tarihsel süreçte farklı isimlerle anılagelmiş. Bulgarlar şehirden Çarigrad yani “İmparator Şehri” diye bahsederken, Araplar el-Mahrusa yani “Koruyup Gözetilen Diyar” demeyi tercih etmiş. İmparator Konstantin burayı başkent yaparken şehre Nea Roma yani “Yeni Roma” demiş. Ardıllarından Justinyanus şehrin görkemini ifade için ona “Ebedî Kent” yakıştırması yapmış. Vikingler muhtemelen aşılamaz surlarından dolayı şehre Miklâgard demeyi tercih etmiş.
Osmanlılar ise başkentlerini Dersaadet yani “Mutluluk Kapısı” diye isimlendiriyorlardı. Tüm bu adlandırmalar şehrin önemini ve gerek onu ellerinden tutan gerekse de onu arzulayan medeniyetlerin İstanbul’a verdiği değeri gözler önüne serer niteliktedir.
İstanbul’un kuruluşu bir efsaneye dayandırılır. Argos kralının kızı İo, Zeus’un ilgisini çeker ve ondan hamile kalır. Zeus, eşi Hera’nın durumu haber alması üzerine İo’yu bir inek kılığına sokar. Ancak Hera da İo’nun başına bir atsineğini musallat eder. Sinekten kaçan zavallı İo, soluğu Boğaziçi’nde alır ve burada bir kız çocuğu doğurur. İlerleyen yıllarda deniz ve okyanuslar tanrısı Poseidon ile birlikte olan bu kız, şehre adını verecek olan Byzas’ı doğurur. Byzas şehrini tesadüfi seçmemiştir. Byzantion kenti Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan denizyolu üzerinde ve kilit bir noktadadır. Kısa sürede önemli bir liman şehri olarak gelişir. Uzun süre bağımsızlığını korusa da MS 193’te Roma imparatoru Septimus Severus’un eline düşmekten kurtulamaz. Septimus evvela kendisine karşı direnen şehri “imha” etmeye kalkar. Ancak sonradan stratejik önemini takdir ettiği kenti “ihya” etmeye karar verir. Sultanahmet meydanındaki hipodrom alanının temellerini atar. Şehir tarihinin en görkemli anıtlarından olan Zeuppikos Hamamı’nı inşa ettirir. Yine de şehrin evrensel bir değer kazanması için Konstantin ve onun ardılı imparatorlardan Justinyanus’u beklemek gerekecektir.
Roma imparatoru Konstantin tıpkı Hıristiyanlığı resmî inanç haline getiren Teodosios gibi “Büyük” lakabıyla anılır. Onun zamanında Roma İmparatorluğu içinde uzun süredir varolan çok başlılık sonlandırılır. 313 Milano Fermanı ile Hıristiyanlık serbest bırakılır. Konstantin 325 yılında Hıristiyanlık içindeki tartışmaların sonlandırılması için toplanan İznik Konsiline de başkanlık eder. Kent içinde pek çok kilise onun himayesi altında inşa edilir ki bunların en meşhurlarından biri Fatih Cami’nin yerinde bulunan ve Roma imparatorlarının son uykularına çekildiği 12 Havari Kilisesi’dir. Kuvvetli bir rivayete göre Ayasofya’yı ilk yaptıran da kendisidir. Bugünkü yapı ise Justinyanus zamanından kalmadır. 330 tarihine gelindiğinde İstanbul’u tüm Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapan da O’dur. Şehre nitelikli nüfus göçünü teşvik ettiği gibi yeni başkentini pek çok abide ile de donatmıştır. Bunların en meşhuru ise Çemberlitaş olarak bildiğimiz Konstantin Sütunu olsa gerek.
Konstantin şehrin kurucusu ise Justinyanus da onu muhteşem bir diyar haline getiren kişidir. Esasen onun saltanatı döneminde ihtişam ve felaket el ele bir seyir izlemiştir. Kent evvela 532’de Nika Ayaklanması ile sarsıldı. Bu ayaklanma şehir halkının nerdeyse onda birini kılıçtan geçirerek sonlandırabildi. Bir diğer felaketse 540’lı yılların başlarında ortaya çıkan büyük veba salgınıdır. Bu felaket şehir nüfusunda ciddi bir azalmaya sebep oldu. Sonrasında şehrin toparlanması zaman alacaktır. Ancak bu felaketler bazı güzellikleri de beraberinde getirdi. Nika Ayaklanmasında tahrip edilen Ayasofya, Hıristiyan dünyasının yüz akı olan bir mabet olarak yeniden ayağa kaldırıldı. Öyle ki bu ibadethane bugün de İstanbul’un sembol yapılarından biri, bazılarına göre birincisidir. Yerebatan Sarnıcı, günümüzde Küçük Ayasofya Cami olarak bilinen Aya Sergios Bakhos Kilisesi de bu dönem yapıları arasındadır.
Şehrin yaşadığı en büyük felaketlerden biri 1204’teki Latin istilası olsa gerek. Bizans tahtında baş gösteren bir karışıklık Kudüs için hazırlanan Haçlı donanmasının ihtiraslı Venedik dukası Dandalo’nun önderliğinde İstanbul’a yönelmesine sebep olacaktır. Tarihsel süreçte, Avarların, Peçeneklerin, Bulgarların, Müslüman Arapların, Vikinglerin, Sasanilerin kuşatmasına sahne olan ve bunları başarı ile savuşturan şehir bu kez büyük bir istilaya maruz kalacaktır. Haçlılar şehri acımasızca yağmalayacaktır. Yağma sırasında imparatorların mezarları açılmış, manastırlar basılarak rahibelere tecavüz edilmiş, pek çok kilisedeki değerli eşya ve kutsal emanet çalınarak Avrupa’nın farklı şehirlerine kaçırılmıştır. 1261’de Bizanslılar şehirlerini geri aldıklarında korkunç bir manzara ile karşılaşacaklardır.
Sonraki yıllar Doğu Roma’nın yaralarını sarması ile geçer. Hora (Kariye), Aya Livos (Molla Fenari İsa Cami) ve Pammakaristos (Fethiye Cami) manastırları elden geçirilen yapılardan bazılardır. Pantakrator Manastırı (Zeyrek Cami) ise bu dönemde inşa edilen bir komplekstir. Bizans İstanbul’u her geçen gün kan kaybetmeye devam eder. Öyle ki ticaret büyük ölçüde Eminönü ve Galata’da örgütlenen İtalyanların özellikle de Cenevizlilerin kontrolüne geçer.
1453’te İstanbul’un Osmanlı hâkimiyetine girmesiyle şehirde bin yıldan uzun süren Roma/Bizans egemenliği sona erecektir. Şehri hâkimiyeti altına alan Fatih’in lakaplarından birinin Kayzer-i Rûm olması onun Roma mirasını benimsediğinin göstergesi olarak kabul edilebilir. Nitekim sultan sarayını ve kendi adını taşıyan camisini Romalılardan kalan yapıların üzerine inşa ettirecektir. İstanbul’u başkent haline getiren II. Mehmed Kapalıçarşı, Topkapı Sarayı, Bayezid’deki Eski Saray, Fatih ve Eyüp camileri gibi pek çok abidevi yapı inşa ettirir. Paşaları da Aksaray Muratpaşa, Gedikpaşa, Eminönü Hocapaşa, Üsküdar Rum Mehmet Paşa, Kumkapı Nişancası gibi semtlerin temellerini atarlar. Osmanlı döneminin Konstantin’i Fatih ise; Justinyanus’u da Kanuni olsa gerek. Bu dönemde Yapılan Süleymaniye, Şehzade, Mihrumah Sultan, Rüstem Paşa gibi külliyelerde hep bir ustanın imzası vardır: Mimar Sinan. Osmanlılar zamanında Boğaziçi daha ziyade gayrimüslim nüfusun yaşadığı bir yer olarak kalırken Tophane ve Kasımpaşa gibi semtler askerî tesislere sahip olduğundan dolayı Müslüman nüfusu içinde barındırıyordu. Sur içinde de sahil bölgeleri daha ziyade gayrimüslim yerleşkeleri idi. Fener Rum, Balat Yahudi, Samatya Ermeni kimliğiyle ön plana çıkan muhitlerdi. Bu semtleri dolaşırken çok sayıda kilise ya da sinagog ile karşılaşılmasının temel nedeni budur.
17. yüzyılda Eminönü Yeni Cami, Sultanahmet Cami ve 18. yüzyılda Nuruosmaniye külliyeleri şehrin siluetine etki eden diğer önemli yapılardır. Şehir 3. Mustafa (1757-1774) zamanında büyük bir deprem yaşar. 1766’da meydana gelen ve İstanbul halkının Küçük Kıyamet adını verdiği bu afet pek çok yapının yıkılmasına ve çok sayıda insanın ölümüne sebebiyet verecektir. Bu, 2. Bayezid’in iktidarına denk gelen 1509’daki depremden sonra şehrin gördüğü en büyük yıkımdır. 3. Mustafa Fatih camini yeniden yaptırdığı gibi, Ayazma, Kadıköy İskele ve Laleli camilerini de inşa ettirmiştir. 19. yüzyılda İstanbul’da inşa edilen yapıların önemli bir kısmında Ermeni Balyan ailesinin imzası görülür. Dolmabahçe Sarayı ve Cami, Ortaköy Cami, Aksaray Pertevniyal Valide Cami, Dolmabahçe Sarayı bu yapılardan bazılarıdır. 19. yüzyılın ortalarında şehremaneti idaresi çerçevesinde belediye teşkilatının temelleri atılır. Bu yüzyılda Moda, Büyükdere, Tarabya, Pangaltı, Pera gibi semtler Levanten olarak bilinen Batı Avrupa kökenli Katolik ya da Protestan ailelerin yaşadığı alanlar olarak gelişir. Halihazırda bu muhitlerde Katolik ve Protestan kiliselerine ya da mezar alanlarına tesadüf edilebilir.
1 Kasım 1922’de TBMM’nin saltanatı kaldırması sonrasında şehir başka bir evreye girer. Kapitülasyonların kaldırılması sonrasında Batılı nüfusun önemli bir kısmı şehri terk edecektir. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları, Kıbrıs gerilimi şehirdeki gayrimüslim nüfusun hızla kaybına sebebiyet verecektir. Diğer yandan Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul önemli ölçüde harap bir kent görünümündedir. Bunda 20. yüzyıl başlarında yaşanan büyük yangınların yaralarının sarılamamış olmasının rolü büyüktür. Cumhuriyetin ilk yıllarında sınırlı ekonomik gücün başkent Ankara’ya odaklanmasından dolayı İstanbul’da kapsamlı bir imar faaliyetine rastlanmaz. Ancak Demokrat Parti zamanında tabir yerindeyse şirazesinden çıkan bir şehirle karşı karşıya kalırız. Bugün kullanılan ana arter yollarının çoğu o dönemden kalmadır. Ancak bir iki seneye sığdırılmaya çalışılan geniş imar faaliyetleri şehir bünyesinde dönüşü mümkün olmayan yaralara sebep olmuştur. Florya-Sirkeci yolu, Barbaros Bulvarı, Vatan ve Millet caddeleri, Karaköy-Kabataş yolu bu güzergâhlardan bazılarıdır. Lakin plansızca yapılan bu imar hareketleri bir kısmı Mimar Sinan yapısı olan çok sayıda tarihsel eserin ortadan kaldırılmasına, Trakya’dan gelen Londra Asfaltı’nın Sur içine girmesine ve bölgenin bir rant alanı olmasına sebebiyet verecektir. 1970’deki Boğaz Köprüsü, 1980’lerdeki Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ve yakın zamandaki Yavuz Selim Köprüsü yeni rant alanlarının açılmasını ve şehrin dokusunun bozulmasını beraberinde getirir. 1980’lerde Dalan’ın imar faaliyetleri özellikle Tarlabaşı ve Haliç’te kentsel dokunun ciddi anlamda tahribine sebep olur. Dolmabahçe sırtlarına inşa edilen devasa bir otel ve bu döneme temellenen Gökkafes de diğer eleştirel yapılardır. Sonraki yıllarda da şehir benzer bir kaderi yaşamaya devam eder. Şu sıralar İstanbul’un en önemli iki sorunu olan göçmen krizi ile Boğaziçi ve Anadolu yakasına yoğunlaşan imar faaliyetlerinin şehirde bırakacağı izlerin boyutunu ise zaman gösterecek.