İtalya’dan Marsilya’ya bir baba-oğul hikâyesi
Deniz Burak BAYRAK
Edebiyat tarihi boyunca yazarların vazgeçemedikleri temaların başında aile ilişkileri ve kahraman olarak kurgulanan çocuk karakterlerin babalarıyla olan ilişkileri gelmiştir. Bu ilişkiler bazen büyük kavga gürültülere sahne olan sorunlu hikâyelere evrilirken bazen de duygu dolu yolculuklara çıkarır biz okurları. Turgenyev’den Kafka’ya, Reşat Nuri Güntekin’den Oğuz Atay’a, iyi edebiyatın nadide örneklerini veren kalemler, babalara ve evlatlarına hep sayfaları arasında yer vermişlerdir.
Baba-oğul temasının son örneğini ise duygu dolu bir biçemle akıp giden “Sabahın Üçü” adlı romanıyla İtalyan yazar Gianrico Carofiglio verdi. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Eren Cendey’in akıcı Türkçesiyle yayımlanan roman, küçük yaşlarından ergenliğine kadar süren yıllarını, özetle geçmişini gün gün hatırlayan Antonio’nun bakış açısıyla ilerliyor. Carofiglio romanında girişte de belirttiğim üzere sadece bir baba-oğul ilişkisi üzerine kurmuyor romanını. Romanda olayı ivmelendiren, ellili yaşlarındaki Antonio’ya otuz yıl öncesini hatırlatan bir başka başlık var diyebiliriz. Bu başlıksa romanı anlattığı zamanlardan çok uzakta kalan epilepsi geçmişi.
UYKUSUZ İKİ GÜN İKİ GECE
“Ne zaman başladığını bilemiyorum. Belki yedi yaşındaydım, belki biraz daha büyüktüm, tam olarak anımsamıyorum. Küçükken neyin sıradan, neyin sıradışı olduğu belirsizdir” diyerek anlatmaya başlıyor hikâyesini Antonio. İlkokul çağlarında karşılaşıyor Antonio epilepsiyle. O yaşta geçirdiği nöbetlere, kendisini kaybedişlerine, ilaçlara, doktorlara ve hastanelere bir anlam veremiyor elbette. Ayrıca anne ve babasının ayrı olmaları da onu -belli etmese de- etkiliyor.
İtalya’da yaşayan aile Marsilya’da epilepsi konusunda uzman bir hekim buluyor. Ancak bu kent oldukça tekinsiz geliyor onlara. Muayeneden birkaç yıl sonra hekim Antonio’nun kontrole gelmesini istiyor. Birkaç yıl sonra kontrole gittiklerinde Antonio’nun tamamen iyileştiğinin ancak iki gün iki gece boyunca uykusuz kalmasıyla ve bu süreçte krizin tetiklenmemesiyle anlaşılabileceğini söylüyor. Eğer Antonio bu test yapılırken uyursa her şeyin yeniden başlayacağını da ekliyor doktor. Bilmedikleri bir şehre geldikleri için öncelikle bundan endişe duyan baba-oğul, testi gerçekleştirmeye karar veriyorlar. Böylece baba-oğul geçmişlerinden yola çıkarak birbirlerini tanımaya yıllar sonra başlıyorlar. Bu tanıma eylemi aslında Antonio tarafında çok yoğun bir şekilde duyumsanıyor.
Hastaneden çıktıkları andan itibaren Antonio ve babasını caz müzik, matematik, cinsellik, aşk ve yaşam üzerine dopdolu sohbetler edecekleri bir kırk sekiz saat bekliyor. Okur olarak biz de bu yolculuğa onlarla çıkarken babanın piyanist tarafına, Antonio’nunsa iç dünyasına tanıklık ediyoruz. Marsilya’nın karanlık ve göçmenlerle dolu sokaklarında hızlı adımlarla onlarla ilerlerken yaşamın geçiciliğini, sevgi ve saygının büyük erdemler olduğunu anlıyoruz. Carofiglio hâkim olduğu 80’ler Marsiya’sını anlatırken “sokak”ı da canlı bir kahraman olarak kurguluyor. Sokaklar, caddeler, binalar Antonio ve babasına adeta yardımcı oluyor; onları uykunun tatlı kollarından çıkarıp gecenin ve gündüzün neşeli atmosferine dâhil ediyor.
Carofiglio incelikli bir roman örneği vermiş Sabahın Üçü ile. Aynı zamanda birçok bilim insanına, müzisyene, yazara ve kültürel sembole de atıfta bulunmuş. Ama en çok da “Duygu dolu nahif bir yapıt nasıl yazılır?” sorusuna yanıt vermiş sanki. Roman adını yazar Scott Fitzgerald’ın şiirsel ritmiyle zihinlere kazınan 1945 tarihli bir denemesinde geçen bir cümleden almış: “Ruhun gerçekten karanlıklar içine düştüğü gecede saat daima sabahın üçüdür.”