İyi ki diktatörlük yok
Sık sık maruz kaldığımız bir tepkidir, yandaşlar cenahından.
“Baskıcı rejim, otoriter yönetim, otokratik tarz, diktatörlük filan diyorsunuz. Diktatörlük olsa bu kadar sesinizi çıkarabilir misiniz?”
Her defasında aynı cevabı veririm.
Sadece bu lafı söylüyor olmaları dahi, diktatörlüğün daniskasının hüküm sürdüğünün somut ve reddedilemez bir kanıtıdır aslında. Yani, rejim yanlıları, kısıtlı ve büyük zorluklara, ağır cezalara göğüs gererek dahi olsa bazı özgürlükleri kullanmaya çalışmamızı, adeta bir “lütuf” gibi yüzümüze vuruyorlar bu sözleriyle.
Daha dün semt karakolunda, mart ayında yaptığım bir “X” paylaşımını ihbar eden bir densiz muhbirin şikâyeti üzerine ifade verdim. Çok şükür, bu tür durumlarda “davet” ediyorlar, haklarını teslim edelim son derece güler yüzle ve saygıyla karşılıyorlar, hatta ben de kendilerine “Aman, şafak vakti silahlarla ve koçbaşıyla kapıma dayanmayın da, ben her çağırdığınızda gelirim” diye espri bile yapıyorum.
İfademi verip, tutanağı imzalayıp, bir nüshasını da teslim alıp çıkmaya hazırlanırken 2 belge daha uzattılar önüme imzalamak için.
Biri “Gözaltına alındığıma dair” ikincisi de “Serbest bırakıldığıma dair” birer tutanak. Yani fiilen olmasa da, hukuken gözaltına alınıp salıverilmiş oldum. Yeni bir uygulamaymış. Bazı avukat arkadaşlar bile benden duydular bunu. “Şüpheli” sıfatıyla çağrıldığımız için böyleymiş artık uygulama. Devletimizin canı sağ olsun. Yine de demir parmaklık arkasına atılmamış olmanın tesellisi ile imzaladım çıktım.
Zaten ortada aklı başında hiçbir hukukçunun “suç” saymayacağı bir X paylaşımı ve bir zavallı muhbirin şikâyetinden başka bir şey yok.
Bunları bir yana bırakalım.
∗∗∗
İyi ki, benim her zaman iddia ile savunduğum gibi bir “diktatörlük” yok.
Diktatörlük filan olsa maazallah, insanlar haklarında henüz tek bir delil yokken bile gözaltına alınıp tutuklanırken, “savaş esiri” gibi kameralar (polis kameraları) önünde teşhir edilirlerdi, değil mi?
Diktatörlük olsa, insanlar haklarında hiçbir somut delil olmadan, sadece muhbir dedikoduları üzerinden şafak vakti evlerinden alınıp, çoluk çocuklarının yanından koparılıp zindanlara atılır, saatlerce aç – susuz bekletilir, günlerce haftalarca eziyet çektirilerek hapiste tutulur, hapiste yakınlarının ziyareti zorlaştırılmak, hatta imkânsızlaştırmak üzere, yüzlerce kilometre ötedeki cezaevlerine sevk edilirdi.
Diktatörlük olsa, bir yandan tescilli azılı teröristler salıverilirken ya da salıverilmeleri için bizzat devlet çaba gösterirken, sadece anayasal haklarını kullanan gencecik öğrenciler şiddet ve işkence görerek hapse atılır, “tek bir gün yatarı olmayan” suçlamalarla yargıya sevk edilir ve hukuksuz yere zindanda tutulur ve haftalar sonra serbest bırakılırdı.
Diktatörlük olsa, koca bir kentin belediye başkanı, sırf siyasi iktidar sahibine “alternatif” haline geldiği belli olduğu an evinden şafak vakti alınır, içeri tıkılır, iddianame hazırlanacak kadar bile somut bir delil bulunamadan 2,5 aydır içeride tutulur, görüntüsünün bile sağda solda yeralmaması için hukuk dışı yasaklar getirilir, adeta insanların adını anması bile yasaklanır bir hava estirilirdi.
∗∗∗
Diktatörlük olsa, devletin yönetimini elinde bulunduranlar, seçilmiş hem de iktidar partisine fark atarak seçilmiş insanları çalıştırmamak ve hatta susturmak için içeri tıkar, billboardlarda bile görünmemeleri için o mecraları işleten şirkete kayyum atar, oraları kendi resimleriyle donatırlardı.
Diktatörlük olsa, işçisinden emeklisine, öğrencisinden akademisyenine, ev kadınından çiftçisine, herkes “Aman cezaevi bu mevsimde çok soğuktur/sıcaktır” korkusuna kapılacak şekilde ürkütülüp pasifize edilmeye çalışılır, TV kanalları “Aman muhalif siyasetçi konuşurken, ya da onu dinleyen meydandakiler slogan atarken elim düğmede olsun. Neme lazım canlı yayında ekrana bir şey yansırsa, ekran muhafızları kapatıverirler burayı” korkusu içinde yayın yapmak zorunda kalırlardı.
Diktatörlük filan olsa, herkes tanıdıklarına, sevdiklerine, değer verdiklerine “Aman abi, bu aralar dikkat et. Bak bu aralar uzun listeler hazırlamışlar. Bir sabah vakti dalga dalga operasyonlardan birine seni de dâhil etmesinler” diye dostça uyarılarda bulunurlardı.
Diktatörlük olsa, insanlar birbirleriyle (özellikle de benim gibi gazetecilerle) telefonda konuşurken “Ya… Neyse… Tamam… Şimdi fazla şey etmeyelim. Senin hattını dinliyorlardır…” gibi ifadelerle lafı kısa keserlerdi.
Diktatörlük olsa, yandaş ve kiralık ve hatta devre mülk medya organları, tek bir merkezden servis edildiği açıkça belli olan kirli propaganda malzemesini, alçakça yalanları ekranlara boca ederek, muhalif insanlara ve kurumlara itibar suikastları düzenler, gazeteciliğin de haberciliğin de insan olmanın da haysiyetini gece gündüz ayaklar altına alırlardı.
Velhasıl…
İyi ki diktatörlük yok bu ülkede.
Sadece bazı “yumoş” arkadaşların savunduğu üzere “Adeta, otoriter rejimlere benzemeye doğru adım adım ilerleme görüntülü, sanki bir tür otokratik eğilimler gösteren bir idarenin işaretlerinin ortaya çıktığı bir ortama gidilir gibi” (biliyorum komik ve iğrenç bir tanımlama oldu – zaten amacım da oydu) bir durum söz konusu.
İyi ki “oraya” yani “o şeye” evrilmemiş henüz.