Bütün depremlerin zamanlaması kötüdür, hatta hiç olmaması elbette istenir, ama bu son depremlerin zamanlaması toplumsal travmayla baş etmek açısından gerçekten kötüydü. Pandemi, ekonomik kriz, kamplaşma ve siyasal belirsizliğin üstüne depremi yaşamanın etkisi ağır oldu. Bir de toplumsal bağların zayıflaması, bu çağda nevrotik özne yerine psikotik öznenin yer aldığına dair gözlem ve tespitler yapılırken böylesi ağır bir toplumsal travmanın etkilerini öngörmek güçleşiyor.

‘Beden Kayıt Tutar’ kitabının yazarı Bessel A. van der Kolk, toplumsal travmayla ilgili şöyle yazmıştı: “İnsanlar davranışlarını kontrol etmeyi ve değiştirmeyi öğrenebilirler, ancak bunun tek yolu yeni çözümleri deneyecek kadar kendilerini güvende hissetmeleriniz.” Sorun şu ki, kimse ama hiç kimse kendini güvende hissetmiyor bugün. Bu güveni devletten ya da iktidardan bulamayacağını anlayanlar sivil oluşumlara yöneliyor, ama bu sivil oluşumlar da dönemin ruhuna uygun olarak popülist bir eğilim içinde, neredeyse siyaset üstü bir yaklaşım içinde varlık gösteriyor. Halbuki tam da siyasetin güçlü bir şekilde hayat bulması gereken bir dönemin içinden geçiyoruz. Nasıl ki bir dönem bireycilik olması gereken itici bir güce sahipken, bugünün itici gücü toplumculuk, çünkü herkes fazlasıyla tek başına.

Örneğin TV kanallarının ortak yayınla zenginlerden depremzedeler için yardım dilenmeleri o kadar rahatsız edici ve inciticiydi ki… Sunucuların yardım yapanlara “minnettarız” gibi sözler sarf etmelerindeki aşağılayıcılığa tanık olmak, tek başınalığın geldiği noktayı gösteriyordu. Çünkü minnettarlık sözü, yardım etmek zorunda olmadığı halde yardım edildiğinin altını çizmek için kullanılıyordu. Dayanışma değil de sanki bir lütuf, bir yüce gönüllülük gösterisi, dolaylı yoldan yardım edileni aşağılayan… Bir yanda ise işini gücünü bırakıp canla başla depremzedelerle dayanışma halinde olanların varlığı… İşte o varlık, insanı güvende hissettirecek gücün temelini oluşturuyor, örnek oluyor. Depremzedelerin yaşadıkları üzüntüyü paylaşmakla onlara acımak arasında büyük bir fark var, o fark siyasetin iki karşıt kutbunu oluşturuyor ve toplumsal travmayı iyileştirecek olan da bu fark…

***

Travma yaşayan insanları gerçekte kim ya da kimler seviyor; korktuklarında, hastalandıklarında kime güvenirler, bir topluluğun parçası olarak hissediyorlar mı ya da hissettiriliyorlar mı? Deprem bölgesinde depremzedelere fırsat bilip çorbayı 70 TL’ye, 100 TL’ye satan işletmeler toplumdan hak ettikleri karşılığı alıyorlar mı? Bu sorular çoğaltılabilir, ama bütün bu soruların temelde vardığı iki önemli nokta var, Kolk’un da kitabında altını çizdiği gibi. Birincisi, bu insanlar kendilerini önemli-değerli hissediyorlar mı, ikincisi de yaşamlarının sorumluluğunu alabilme becerisi ve cesaretini nasıl kazandırabiliriz? Ama bu iki soruyu, sadece travma mağdurlarına değil toplumun geniş kesimlerini oluşturan kişiler için de sorabiliriz, çünkü kendini değerli hissetmek bütünüyle konum, mevki, güçle ilişkili bir hal aldı, sorumluluk ise kaygı yaratıyor sadece.

Kolk’un da yazdığı gibi, kendini terk edilmiş, değersiz, görülmez hisseden biri hiçbir şeyi umursamaz. Bu umursamazlık, merak ve canlılığa zarar verir. Bu toplumsal travmayla siyasi açıdan baş edemezsek, canlılığını yitirmiş bir toplumsallığın içinde kaybolma ihtimalimiz var. Yaklaşan seçimler, bu açıdan hayati bir öneme sahip, siyasetin yeniden toplumsal hayata dönerek insanların kendilerini gerçekçi anlamda güvende hissedebilecekleri bir ortamın yaratılmasına hizmet edebilir.

Biliyoruz ki, insan şaşırtıcı düzeyde iyileşme gücüne de sahip, ne kadar ağır travma yaşarsa yaşasın. Kolk’tan bu yazıda çokça bahsettiğim için onun şu iyimser sözünü de not etmek isterim: “En etkili ilerlemeler travma deneyimlerinden sonra ortaya çıkmıştır.” Birlikte, dayanışma içinde birbirimizi iyileştirmenin yollarını keşfederek…