İzmir yanarken…
Başlık İzmir ama dünya yanıyor. Ve eğer o yangının içinde değilsek, televizyon başında izliyoruz alevleri. Ödemiş’te 81 yaşındaki vatandaşın ve orman işçisinin ölümüyle, kül olan ormanlarda yok olan türlerinin duyamadığımız çığlıklarıyla kahroluyoruz.
Diyorlar ya; ciğerlerimiz yanıyor! Ciğeri yanmışsa insanın, o da ölmüş demektir aslında, yoktur artık!
Peki, ciğerimiz yanarken ne yapıyoruz? Sosyal medyada, karşı ateş tekniğiyle yangını söndürmeye çalışan bir görevliyi görüp tüm öfkemizi ona kusuyoruz. Kundakçılara, mangalcılara, “insan faktörü”ne odaklanıp açıklıyoruz her şeyi.
Birileri çıkıp küresel ısınma, kapitalizm ve orman yangınları arasındaki karmaşık ilişkiden söz etse, dört bir yanı saran alevleri seyrederken onları kim dinler?
Şimdi ben de; kapitalizmin küresel ısınmayı tetiklediğini, sömürüye dayalı ve sürekli büyüme odaklı sistemin, fosil yakıtlara bağımlılığın, kâr için hoyratça ormansızlaştırmanın, tüketim çılgınlığının, bu çılgınlığa değinmeyen etkisiz çevre politikalarının, özelleştirmelerin, çok büyük yangınlara neden olan küresel şirketlerin birkaç ağaç dikerek çevreci kesilmelerinin, plastik pipet ve bardak kullanmayarak çevre sorunlarını çözebileceğimizi sanma halimizin ciğerlerimizin yanmasından sorumlu olduğunu söylesem, dönüp bakar mısınız?
Bugün televizyonlarda Çeşme’nin, Ödemiş’in, Buca’nın, Hatay’ın yanışını izliyoruz. Dün Londra’dan Kaliforniya’ya, Akdeniz’den Sibirya’ya kadar, kuzey yarımkürenin her yerinde, Avustralya’da benzeri görülmemiş orman yangınlarını izlemedik mi?
Kontrolünü ele alarak uygarlığımızı başlattığımız ateş, kontrolümüzden çıkmış dünyamızı yutuyor! Birisi bu cümlenin ardından “kapitalizm” dese, çoğumuz yine arkamızı dönüp gidiyoruz.
Ne yazık ki, dünyanın dört bir yanını saran “vahşi” yangın fırtınalarını bireysel kundakçılar veya dikkatsiz mangalcılar tarafından çıkarılmış olarak görmeye devam ettikçe, alevlerin her birimizin tenini
yaladığı günlere hızla yaklaşacağız.
Amazonlardaki “yak-yap” tarımının sorumlusu küçük göçebe çiftçiler değil. Bu yangınlara, kitapların toplu yakılışına baktığımız gibi dehşetle bakmaz, arkasındaki ideoloji ve sistemi göremezsek söndürmemiz de mümkün olmayacak.
Türümüzün önceliğinin “hayatta kalmak” olduğu söylenir. Doğru değil. Diğer türler bunu yapıyor; kış yaklaşıyorsa kaynaklarını onu sağ salim atlatmak için kullanıyorlar. İnsan ise, daha çok yaklaşan tehlikeyi önemsizleştirip, göstermelik önlemlerle oyalanarak kendi sonuna koşuyor.
Bir araştırmaya göre, 2020’de Birleşik Krallık’taki televizyon programlarında “pasta” sözcüğü “iklim değişikliği”nden 10 kat daha fazla kullanılmış! Sonumuz yaklaşırken, düzenin ideolojik aygıtlarının bize söylediği bu: Pasta yiyin efendiler!
Vatandaş olmamız ve örgütlü vatandaşlar olarak ortak vatan dünyamızı savunmamız gerekirken, en çarpıcı özelliği “itaat” olan tüketicilere dönüştürüldük. Artık tenlerimizi yalamaya başlayan alevleri öylece izleyen zavallı tüketicilere!
IMF ve Dünya Bankası’nın yıllık yüzde 3 küresel büyüme hedefini gerçekleştirirsek; mevcut ekonomik faaliyetlerimizin neden olduğu çoğu çevresel etki 2045 yılına kadar iki katına çıkacak. Sonra 2069’da tekrar iki katına, 2093’te tekrar iki katına!
Bu arada, sahip olduğu birden çok ev güneş panelleriyle donatılmış, süper arabaları elektrikli, özel uçakları biyokerosenle çalışan ultra zenginleri çevreci diye alkışlamamız istenecek. Onlar siyasal ve kültürel güçlerini, gerçekten etkili değişiklikleri engellemek için kullanırken!
Ingrid Robeyns’in “limitarianizm” anlayışına göre; kimsenin düşmemesi gereken bir yoksulluk sınırı olduğu gibi, kimsenin aşmaması gereken bir zenginlik sınırı vardır ve o sınır aşıldığında gezegenin yanması kaçınılmazdır.
Şimdi İzmir yanarken bunları duyan olur mu?