Kâbuslarda buluşuruz: David Lynch

Ece Vitrinel - Doç. Dr.
Fiziksel olarak aynı dünyada yaşıyor görünsek de, varoluşunu çoğumuzun erişimi olmayan farklı bir evrene girip çıkabilmesine, hatta aslen o farklı frekansın yerlisi olmasına borçluydu David Lynch. Filmleri sayesinde zaman zaman bizi de misafir ettiği o bölgeye ebediyen geçeli iki hafta oldu. Doğum gününden beş gün önce 78 yaşında ölen, okullarda ve risk gruplarında transandantal meditasyon tekniklerinin öğretilmesi için bir yardım kuruluşu da bulunan Lynch’in ardından NASA’nın yayınladığı taziye mesajıyla, efsanevi yönetmenin dünya dışılığı en yüksek makam tarafından da tescillendi. Lynch’in “Donuta odaklanın, deliğe değil” sözlerine referansla ve donutu andıran bir kara delik görseli eşliğinde paylaşılan mesaj şöyleydi: “David Lynch’in anısına, öteki dünyayı ve bilinmeyeni keşfetmeye devam edeceğiz. Kaybımıza değil, bu gezegeni seninle paylaştığımız yıllardan kazandıklarımıza odaklanacağız. Rüyalarda buluşuruz.”
Lynch’le birlikte geçirdiğimiz yıllardan gerçekten çok şey kazandık. Filmlerinde atmosferini yansıtmayı sevdiği 1950’ler Amerikası’nda mutlu, en azından “normal” geçen çocukluğu, okula çok bağlı olmasa da sanat eğitimi almış oluşu, ilhamı perisi beklenen değil, dibe dalarak, her gün ve ancak çok çalışarak yakalanabilen bir balık olarak tanımlamasıyla pek çok sanatçı mitini çürüten biriydi her şeyden önce. “Gerçeküstü veya uğursuz unsurları sıradan, günlük ortamlar”la bir arada kullanan, “gizem veya tehdidin rüyamsı niteliğini vurgulamak için zorlayıcı görsel imgeler”e başvuran kendine özgü dili, Türkçeye “Linçvari” olarak çevrilebilecek “Lynchian” sıfatıyla Oxford sözlüğüne girdi. Lynch anne babasından, 1977 tarihli ilk uzun metrajı Eraserhead’i izlememelerini, kimseye de bu filmi onun yaptığını söylememelerini rica etti. Üzerine gelen onca filme rağmen halen Lynch evreninin en ayırt edici işlerinden kabul edilen (Kubrick’in de favori filmlerinden olan) Eraserhead’in ebeveyn olma korkusunu ve baba olmayı endüstriyel ortamda geçen bir kâbus olarak işlediği düşünüldüğünde, film muhtemelen esas Lynch’in ilki 1968 doğumlu dört çocuğu için travmatik oldu. Fakat özellikle Mavi Kadife (1986) sonrası yönetmenin travmayla karışık hayranlık yaratma etkisinin çemberi çekirdek ailesinin çok ötesine genişledi. Kimi 2017’de üçüncü bir sezonla geri dönen kült dizi Twin Peaks (1990-91) ile tanıdı onu, kimi Lost Highway’i (1997) kırk defa izleyip kırk farklı yorum getirdi ve her bir çıkarımın bir şekilde boşa düşürüldüğü Reddit’te kaybetti kendini. Ama sinemaya bir şekilde ilgi duyan herkese dokunmayı bildi Lynch.
GERÇEK RÜYALARDAN ESİNLENMİŞ BİR SİNEMA
Sinema ve anlatım dersinde bütünlüklü, başı sonu belli bir hikâye anlatmayı bilinçli olarak reddeden, “disnaratif” olarak tanımlanabilecek bir sinemaya örnek vermelerini istediğimde öğrencilerin aklına ilk olarak David Lynch filmleri gelir. Oysa düz hatta dümdüz filmler de yapmıştır Lynch. İkinci uzun metrajı The Elephant Man (1980), 19. yüzyıl sonu Londra’sında yaşayan ve ciddi beden deformasyonları sebebiyle bir ucube olarak sirklerde sergilenen, çok kötü muamele gören Fil Adam Joseph Merrick’in gerçek hikâyesinden uyarlanma çizgisel ve çok üzücü bir filmdir. 1999 tarihli The Straight Story’de iki yıl önce kaybolduğumuz otobana bir çim biçme makinesi üzerinde sakin sakin ilerleyen bir karakter eşliğinde çıkar, kendimizi adeta bir “aile filmi” içinde buluruz. Beklediğimiz kesik kulaksa bir türlü gelmez...
Böyle kolay izlenip alımlanamayan, pek çok Lynch-sever için (“linç-sever” olarak okumayınız) ayrı bir yeri olan Mulholland Drive (2001) gibi farklı yorumlara açık, rüya ve gerçeğin birbirinden ayrılmaz biçimde iç içe geçtiği, semboller, bilinçaltına açılan kapılarla dolu karmaşık filmlerinde dahi izleyiciyi hor görmez, bizi aşağı hissettirmez Lynch. Bütün o huzursuzluk, tekinsizlik, gerginlik içinde hepimize bir yer vardır sanki. Lynch’in kendi canlandırdığı, duyma sorunu ve taktığı kulaklıklar sebebiyle sürekli bağırarak konuşan Twin Peaks karakteri Gordon Cole’un aksine muazzam ses işçiliğiyle de öne çıkan görkemli Lynch sineması bağırmaz. Bunu nasıl başardığını bilmiyorum ama bunun zeki görünmeye çalışmamasıyla, izleyiciyi yakalayıp mantıklı bir hikâye oluşturmak zorunda olduğu, bunu başaramazsa da aptal hissedeceği ipuçlarına boğmamasıyla ilgili olduğuna inanıyorum.
Bernard Pomerance imzalı tiyatro uyarlamasında “Bazen kafamın hayallerle/rüyalarla dolu olduğu için bu kadar büyük olduğunu düşünüyorum” der Fil Adam. Kontrol edebildiği gündüz düşleriyle ilgilendiğini söyleyen David Lynch de ipuçları sunar bize ama anahtarlar tek bir kapıyı açmaz. Lost Highway’de Fred “Olayları kendi bildiğim şekilde hatırlamayı severim. Kendi hatırladığım kadarıyla... İlla ki yaşandıkları şekilde hatırlamaya gerek yok" der örneğin. Mulholland Drive’ın meşhur Silencio Kulübü’nde gösteri, “Bu sahte bir orkestra. Bu bir illüzyon...” diye sunulur. Gerçek ve hayal, yaşanan ve rüya arasında bir hiyerarşi gözetmez, anlamaya hissetmekten daha yüksek bir mevki bahşetmez Lynch. Filmin bu kısmı rüyaydı, aslında bu diğerinin hayaliydi, şurası rüya içinde rüyaydı deyip işin içinden çıkabilir ya da ihtimallerin sonsuzluğunun, anlamak zorunda olmamanın, yalnızca hissetmenin hazzına bırakabilirsiniz kendinizi. Esas derdi kimlikle, olduğumuz ve olmaktan korktuğumuz, olmak istediğimiz kişiyle ilgilidir Lynch’in. Bu yüzden, belki biraz da çokça söylendiği gibi pek sevdiği Hitchcock ve Vertigo etkisiyle, doppelgängerler, farklı bedenleri dolaşan tek bir karakter ya da aynı bedende başka karakterlerle, yansıma, yansıtma ve yanılsamalarla doludur filmleri. Hani annenizi görürsünüz rüyanızda ama anneniz anneniz değildir ama annenizdir de bir yandan. İşte öyle bir histir David Lynch sineması, “gerçek” rüyalardan esinlenmiştir.
SİNEMA GÖKYÜZÜYDÜ, GERİ KALAN HER ŞEY HAVA DURUMU
David Lynch pandemi dönemi YouTube kanalında sunduğu kısa hava durumu bültenleriyle farklı bir şöhrete kavuştu ve belki de filmleriyle haşır neşir olmayan çok genç bir kitlenin de radarına girmiş oldu. Çoğu kişiye (annesinden sonra) hava durumuyla ilgili bilgi veren ilk kişiydi Lynch. Kimisi anladıkları tek Lynch filminin bu bültenler olduğunu söyledi, kimisi tekinsiz yönetmenin her zaman bulutların dağılacağına dair inancında tuhaf bir huzur buldu. İki yıl boyunca aralıksız devam eden bültenlerin hepsi tatlı bir “iyi günler!” dileğiyle bitiyordu. Bu noktada David Lynch için “sinema gökyüzüydü, geri kalan her şey hava durumu” esprisi cuk otururdu ama sadece sinema ya da hareketli görüntü değildi onun için mevzu. İmgelerle olduğu kadar seslerle ve sözcüklerle de işi vardı. Renkten çok yine rüyanın hammaddesi karanlığın öne çıktığı resimlerine bazen bir harf, bazense koca bir cümle iliştirmeyi severdi örneğin. Yine de hava durumu bültenleri aracılığıyla Lynch, son yıllarda kızıyla boy gösterdiği TikTok videolarıyla ses getiren Martin Scorsese gibi sinematik ruhu, sinemasal olanı farklı mecralara, hayatın her alanına yaymayı başarmış oldu. Bu sözlerle uğurlanmak (kalbinizi kıran ve asla aramamanız gereken eski sevgilinizden sonra) kimseye onun kadar yakışmadı: Rüyalarda (siz “kâbuslarda” diye okuyun) buluşuruz David Lynch!
NOT: Sinemanın “izleyici başka bir dünyaya girebilsin” diye büyük perde için yapıldığını söyleyen David Lynch’in bazı önemli filmleri peş peşe 2 Şubat’ta Atlas 1948’de, 7 Şubat’ı 8’ine bağlayan geceyse Kadıköy Sineması’nda izlenebilir.