Seçim sürecinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Kürtler” ve “Alevi” başlıklı videolarının kritik önem taşıdığını düşünüyorum. Eşit yurttaşlık temelinde, ezilen-horlanan kimliklerin tanınması; acılı tarihimizle hesaplaşmak, Bir Arada Yaşam irademizi perçinlemek, geleceğe umutla bakabilmek açısından çok gerekli idi.

Kâbustan uyanınca

15 Mayıs sabahı yirmi yıllık bir kâbustan uyanmayı umut ediyoruz. Hepimiz biliriz, ter içinde önce gözlerimizi açıp, kâbusun gerçek olmadığını anlayınca bir oh çekeriz, içimizi bir mutluluk kaplar. Ancak böyle dramatik bir akıbetten kurtulmamız yaşamın gerçek sorunlarını geride bıraktığımız anlamına gelmez. Yeni bir günün şafağında da geçim derdimiz sürmekte, çalışma zorunluğunun yarattığı stres bizi beklemekte, kronik sağlık sorunlarımız kendini hissettirmektedir. Seçimin ertesinde toplumsal muhalefet kesimlerinin aynen böyle karmaşık duygular içine sürükleneceğini düşünüyorum. 

Diğer bir ifadeyle, evet kararlılıkla kara bir sayfayı kapatıp, gri bir sayfayı aralayacağız; öte yandan beyaz bir sayfa açmak, yani daha özgür, daha eşit, daha hoşgörülü bir topluma ulaşma çabamız sürecek ve sürmeli…

Öte yandan daha iyi bir geleceğe uzanmak için geçmişte belki değerini yeterince bilemediğimiz laiklik, bilim, Aydınlanma, Cumhuriyetin kazanımları, nezaket, tevazu gibi değerlere daha sıkı sarılacağız. Aradan geçen sürede dünyanın ve ülkenin değişimiyle önemini daha iyi kavradığımızı toplumsal cinsiyet eşitliği, farklı kimlik ve tanınma taleplerinin karşılık bulması, LGBTİ+ hakları, küresel iklim değişikliğine karşı önlem alma zorunluluğu, dijitalleşmenin önümüze serdiği imkânlar yanında yol açtığı sorunlar gibi kimi gündemler üzerinde daha fazla yoğunlaşacağız. 

Seçim sürecinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Kürtler” ve “Alevi” başlıklı videolarının kritik önem taşıdığını düşünüyorum. Eşit yurttaşlık temelinde, ezilen-horlanan kimliklerin tanınması; acılı tarihimizle hesaplaşmak, Bir Arada Yaşam irademizi perçinlemek, geleceğe umutla bakabilmek açısından bu açılımlar çok gerekli idi. Özgür bir ülke ancak, isteyen insanımızın kendi kimliğini, kültürünü öne çıkararak, isteyenin de, sade yurttaş sıfatıyla kimsenin genetik-kültürel kodlarını sorgulamasına izin vermeksizin barış, hoşgörü ve karşılıklı anlayış içerisinde birlikte yaşamaları ile kazanılır. Toplumsal aidiyetlerin sınıfsal ve siyasal eksene çekilmesi, kimlik farklarının emek mücadelesini bölmesine fırsat tanınmaması işte böyle başarılır. 

AKP rejiminin yirmi yılında gelir ve servet eşitsizliği daha da derinleşti, yasama-yürütme-yargı arasındaki kuvvetler ayrılığına dayanan güç dengesi tamamen Tek Adam’ın hükmettiği yürütmeye kaydı, tarikat-cemaat-yandaşlık şebekeleri devlete çöreklendi. Tüm bunların sonucu ülkede adalet duygusu çok yıprandı, yargıya güven zayıfladı, yasama organları etkisizleşti, kamu bürokrasisinde liyakat mekanizmaları yok sayıldı.
 
14 Mayıs’tan sonra Kılıçdaroğlu’nun ve yeni yönetimin birinci sorumluluğu, toplumdaki adalet duygusunu yeniden canlandırmak olmalıdır. Değerli felsefeci John Rawls’a göre, adalet tüm toplumsal kurumların en önde gelen erdemidir. Adalet ilkelerine, ancak kişilerin toplumsal pozisyonlarını, doğal yeteneklerini ve neye değer verdiklerini bilmedikleri bir “bilgisizlik peçesi” ardından hareket edildiği zaman ulaşılabilir. Öyleyse adalet terazisinde “etnik kimlik, din, mezhep ve yaşam tarzının” ağırlığı bulunmamalı, AKP rejimine destek vermiş muhafazakâr, milliyetçi sade yurttaşlar da tedirginlik yaşamamalı, kendilerinden öç alınacağı endişesine kapılmamalıdır. 

Elbette kamu malını talan edenlerden, devlet gücünü muhalefeti ezmek için kullananlardan, başta Gezi mahpusları, Demirtaş, Kavala gibi insanlara yok yere zulüm eden iktidar sahiplerinden bu veballerinin hesabı sorulmalıdır. Kılıçdaroğlu, “418 milyar doları Fizan’a götürseler bulacağım, değişime bu vahşi, neoliberal tek adam rejiminden başlayacağız” sözlerinin arkasında durmalıdır. 

Burada ekonomik adaleti sağlama yolunda iki ayrı eksenden yola çıkılmalıdır. Birincisi, usulsüz ihalelerin, yolsuzlukların, ekonomi mantığıyla örtüşmeyen Kamu Özel İşbirliği sözleşmelerinin, o ülkenin halkının çıkarlarına aykırı “tiksindirici” borçların meşru sayılmaması boyutudur. İkincisi ise, uygulanan çarpık ekonomi politikaları sonucu kârları aşırı artan, yüksek rant ve finansal araç getirileri sağlayan kesimlerin vergilendirilmesi yoluyla yoksulluğu, sosyal adaletsizlikleri azaltma amacıyla kullanılarak kamuya gerekli gelirin sağlanmasıdır. 

Ne yazık ki, şu gerçekle yüzleşmek zorundayız: Erdoğan’ın kurduğu baskıcı, otokratik rejimin tahribatını telafi etmek uzun zaman alacaktır. Keyfi, kuralsız bir yönetim anlayışı, kurumsal yapıların yıpranması, aradan geçen sürede kamu bürokrasisinde yeterli bilgi ve deneyime sahip kadroların yetişmemesi sorunlarıyla cebelleşilecektir. Geçiş sürecinde devlete çöreklenmiş yandaşların yeni yönetimi sabote teşebbüsleri devreye girebilecektir.
Toplum da kendini yenileme, onarma, bu nekahat dönemini atlatma, toplumsal ilişkileri yumuşatma konusunda zorlanabilir. Toplumdaki kutuplaşmanın yarattığı keskin ve hoyrat dili terk etmek, diyalog, uzlaşma ve karşılıklı saygıya dayanan yeni bir ilişkilenme biçimi kurmak zorundayız. Bourdieu’nun toplumsal öznelerin algılama, hissetme, düşünme ve davranış şekilleri diye tanımladığı habitus anlamında yeni bir ilişkilenme biçimi yaratmalıyız. 

Farklı ülke deneyimleri de bu anlamda yol gösterici olmalı. Macaristan’da Orban ile temsil edilen otokratik rejime karşı yamalı bohça muhalefetin başarısızlığının ülkemizde yaşanmayacağına inanıyoruz. Ancak Fransa’da faşist, sağ-popülist Marine Le Pen’e karşı destek verilen Macron’un neoliberal dayatmalarına tepkiyle yükselen güçlü muhalefet dalgası Kılıçdaroğlu’nun ve yeni ekonomi ekibinin kulağına küpe olmalı. Brezilya’da aşırı sağcı Bolsonaro’ya karşı liberalleri de içeren geniş bir koalisyonla seçimi kazanan Lula, eğitim sağlık ve sosyal politikalara ağırlık veren, asgari ücreti artırmayı vaat eden programını uygulayabilmek için sermaye çevreleriyle ters düşmeyi göze alıyor. Meksika’da Lopez Obrador ABD emperyalizmiyle cebelleşmek zorunda kalıyor, ülkesinin enerji konusundaki ulusal çıkarlarına sahip çıkarken, karşısında enerji tekellerini buluyor. Tüm bunlar Kılıçdaroğlu’nun önünde de zorlu bir süreç olduğunu gösteriyor. 

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın (EÖİ) TBMM’de belirgin bir ağırlığının bulunacağı, büyük olasılıkla Cumhur İttifakı’na karşı Millet İttifakıyla birlikte çoğunluğu oluşturacakları anlaşılıyor. Demokrasi, özgürlükler, kuvvetler ayrılığı ilkelelerin yaşama geçmesi, emek hakları konusunda EÖİ’ye seçim öncesi vaatlerin eksiksiz uygulanmasına ilişkin olarak önemli bir misyon düşüyor. EÖİ’nin varlığı bir anlamda CHP’ye parlamenter demokrasiye geçiş sürecinde sağcı müttefiklerinin pürüz çıkarmaları halinde verilen sözlerin yaşama geçmesi için bir teminat olarak da düşünülebilir.
 
Sosyalist Güç Birliği de, tüm milletvekili hesaplarının ötesinde, kişisel kariyer planlarına hapsolmayan adaylarıyla halkın önüne sosyalizm ufkunu koyuyor. Dinî gericilikle ve piyasa toplumu tasarımıyla kararlı bir mücadeleyi hedefliyor. Emperyalizmle bağımsızlık temelinde, neoliberalizmle kamuculuk ekseninde, siyasal İslamla laiklik çerçevesinde, hesaplaşmayı dert ediniyor. Düzen dışı, kimi seçmenlerin milli ve dinî hassasiyetlerini zedeler kaygısıyla, dili sürçmeyen, toplumda devrim ve sosyalizm umudunu canlı tutan bir hayatı örgütleme sözü veriyor. 

Zaten seçim sonrası kolektif bir liderlik sergilenebilirse; sendikaları, meslek kuruluşları, yurttaş inisiyatifleri ile tüm toplumsal muhalefet kesimlerinin söz ve taleplerine kulak verilirse ülkeyi bu badireden kurtarma yolunda mesafe alınır. Bizler gibi daha zorlu bir yola çıkmış, daha ırak bir menzile doğru yürüyenler de bir noktaya kadar eşlik edebiliriz.