Google Play Store
App Store
Kaçış: Evsizlik ve arafta kalmanın hikâyesi

Emine Uçar İlbuğa - Prof. Dr.

Göçmen olmak tüm bireysel koşullarından sıyrılıp gidilen, sığınılan ülkede göçün kaynağı olan ülkenin tüm siyasal, kültürel, ekonomik koşullarının bir temsili haline gelmektir aynı zamanda. Bireysel tüm deneyimler, dünya görüşleri, yaşama ilişkin anlayışlar, yerini tek bir kavrama “göçmene” bırakırken, gelinen ülkeye ilişkin varolan tüm algılarda bu kavram üzerinden kişiye yükleniyor. Bu durum göçmen bireylerin bir yandan geldikleri ülkeye entegrasyonlarında öte yandan birey olarak geldikleri ülkede var olma mücadelelerinde önemli bir sorun/yük oluşturuyor. Türkiye’de son yıllarda giderek görünür hale gelen göçmenler bir yandan iş piyasasında ucuz emek pazarının vazgeçilmezleri olarak çoğu zaman yasal haklardan yoksun çalışmak zorunda kalırken, diğer yandan ülkedeki ekonomik, siyasal çıkmazların bir nedeni olarak gösteriliyor ve ırkçı söylemlerin, politikaların hedefi haline getiriliyorlar.

En son Kayseri’de başlayan ve göçmenlerin yoğun yaşadığı illere, ilçelere yayılan ırkçı saldırılar için de her zaman bir gerekçe bulunuyor. Türkiye’de bu ırkçı saldırılar sadece göçmenlerle sınırlı değil ne yazık ki. Kayseri, Gaziantep, Adana’da göçmenlere yönelik saldırıların olduğu günlerde medyada Berlin’de Avusturya ile yapılan karşılaşmada Türk Milli takımından bir futbolcunun attığı gol sonrası yaptığı bozkurt işareti ile başlayan ve Türklerin tarihinde bozkurt işaretinin önemine ilişkin yürütülen tartışmalarla, 2 Temmuz’da Sivas’ta yakılanların anması aynı döneme denk geldi. Ne yazık ki medyada hızla yer bulan ve üzerinde düşünül(e)meyen bu çelişkili tartışmalar yeni gündemlerle çabucak söndü ve yeni olası olaylara kadar da şimdilik kapandı. Türkiye’de yaşanan bu olayların sinemaya yansımaları ise çok fazla olamıyor. Toplumsal gerçeklikten beslenen ve o gerçekliği etkileyen bir mecra olan sinema filmlerinde göçmenler, azınlıklar, ötekiler, ötekileştirilenlerin hikâyeleri farklı perspektiflerden ana tema olarak çok az yer bulabiliyor.

Daha çok kısa filmleri ile tanınan Danimarkalı yönetmen Jonas Poher Rasmussen’in animasyon/belgesel sinemayı iç içe geçirdiği Kaçış (Flee, 2022) filmi göçmen hikâyesine özellikle de Afgan göçmenlere ilişkin tüm klişeleri altüst etmesi bakımından çok önemli. Filmlerde çoğu zaman kurban ya da sorunlu klişe roller ile öne çıkarılan mültecilerin hikâyesi Kaçış filminde Afganistan tarihinde yaşanan kırılma ile başlıyor. 1979’larda Afganistan hükümetinin mücahitlere karşı Sovyetler Birliği’nden yardım istemesi ile başlayan ve 1989’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilmesi ve mücahitlerin Afganistan’da hâkimiyet kazanmaları sonucu Amin annesi Tahera, kız kardeşleri Fahima, Sabiha ve ağabeyi Saif ile birlikte Kabil’de geçirdiği çocukluk yıllarını geride bırakarak Sovyetler Birliği’ne sığınırlar. Göçün ilk durağı Sovyetler Birliği’nde siyasal ve ekonomik sistemin kökten değiştiği bu dönemde oturumları olmadan yaşamak hiç de kolay olmaz ve giderek artan polis baskısı nedeniyle Avrupa’ya kaçma çabaları uzun süre sonuçsuz kalır. Ellerindeki son parayla insan tacirlerinin elinde her biri Avrupa ülkelerine farklı yollardan zorlu yolculuklara çıkarlar. Amin’in kız kardeşleri bir yük gemisiyle konteynerde nefessiz kalan birçok mülteci arasında şans eseri hayatta kalır ve İsveç’e iltica ederler, Amin ise sahte pasaportla Danimarka’ya gider ve orada sığınma talebinde bulunur. Kopenhag’da bir yurda yerleşen Amin’in geçmişe yönelik hatırlamalarında burada ilk zamanlar tek başına göçmen bir genç olarak yaşadığı zorluklara ilişkin bilgi verilmezken, Afganistan’da mutlu ve mesut bir aile ortamının Sovyetler’in çekilmesi ve Mücahitlerin ülkede gücünü göstermesiyle başlayan göç yolculukları, Sovyetler Birliği’nde kayıt dışı göçmen deneyimleri, Sovyet polisinin acımasızlığı, rüşvet ve tacizle göçmenlere yönelik sert uygulamaları, eski bir tekneye tıka basa doldurulmuş göçmenlerin denizin ortasında yapayalnız ölüme terk edilişleri, Estonya’da esir kaldıklarında uzun süre, ışıksız ve kapalı bir mekânda yaşadıkları insanlık dışı uygulamalara ayrıntılı yer verilir. Amin’in Danimarka’ya geldikten sonra mülteci olarak yeni hayatına başladıktan sonra psikolojik destek alarak eşcinsel kimliği ile yüzleşmesi ve onu kabullenme süreci, aldığı başarılı eğitim ve sosyal çevresi, genç bir akademisyen olarak evlilik planları yaptığı sevgilisi ile ilişkileri geçmiş deneyimleri ile bugün üzerinden birbirine paralel olarak verilir. Amin’in Danimarka’ya geldiği ilk yıllarda tanıştığı yönetmen arkadaşı Rasmussen ile yaptığı bellek yolculuğunda çocukluğuna, göç deneyimine, aile ilişkilerine ilişkin anlatıları geride hiç de kolay bir yaşamı olmadığını ortaya koyuyor ve bugünü geçmiş üzerinden yeniden kurabilmek için uzun süren evsiz, kimliksiz, korku ile geçen yaşamı üzerine konuşabilmek daha bir önem taşıyor. Filmde yönetmen onun gerçek kimliğini saklamak adına Amin Nawabi takma adını kullanıyor ancak seslendirmeyi Amin’in sesinden yapmasına izin veriyor. Yönetmen Amin’in anlatılarında çocukluğuna ilişkin mutlu anlarını renkli, travmaları ve acı veren anlarını gri ve bazen yüzleri belirgin olmayan, akışkan bir biçimle veriyor. Afganistan’daki savaş, Estonya’da kaldıkları mekân gibi belli tarihsel dönemleri belge görüntülere dayandırıyor ve Amin’in cinsel kimliğine ilişkin anlatılarında ise pembe renk, görsel ışık ve tonları ağırlıklı olarak kullanıyor, böylece filmin anlatısını biçim ve daha çok metaforik göndermelerle güçlendirmeyi başarıyor. Bunun yanında yönetmen Afgan bir genç ve ailesini klasik Afgan göçmen tiplemelerinin tam zıddı bir temsille öne çıkarıyor. Amin’in cinsel yönelimine ilişkin kendisiyle yüzleşmesi ve ilk tepkisi, kimliğini kabullenişi, cinsel kimliğini ailesi ile paylaşması ve kardeşlerinin ona verdikleri tepki gibi, Danimarka’ya tek başına gelmiş Afgan bir gencin iyi bir eğitim alarak, akademik alanda başarısı Afgan mültecilere ilişkin oluş(turul)muş olan klişe algıyı kırması bakımından önemli. Filmde, Amin’in kişisel hikâyesi üzerinden Afganistan’ın tarihine ilişkin kısa bir hatırlama, göçmenlerin güvenli alanlarından, evlerinden, ülkelerinden kopmak zorunda kalmaları ve bu kopuşun travmaları ile yüzleşemeden, belli bir mekâna aidiyet kuramadan, sürekli potansiyel suçlu olarak ötekileştirildikleri koşullarda ve kaçış sendromu içinde var olma savaşı vermeleri, büyüme ve kimliklenme sancıları bir belgesel sinema filmi çekiminden ziyade bir psikoterapi seansındaymış duygusu yaratılarak perdeye aktarılıyor.

Sonuç olarak Kaçış filminde yönetmen Amin ve ailesinin göç yolculuklarını doğrusal bir çizgiden uzak, Afganistan’dan Rusya’ya, Rusya’dan Estonya’ya, yeniden Rusya’ya sürüklenmelerini, Rusya’dan aile üyelerinin dağılarak farklı ülkelere uzanan hikâyelerini ve bu yolculukların zorlu, dolambaçlı, travmatik boyutunu, güvenli bir ortama geldiklerinde, bugün üzerinden geriye yönelik hatırlamalarla, kendi gerçeklikleri ile yüzleşme ve yeni koşullara uyum süreçlerini ana karakter ve izleyicileri psikanalitik bir ortamda karşı karşıya getirerek perdeye yansıtıyor. Böylece yönetmen göçün sonuçlarından ziyade, göçmenlerin neden memleketlerini terk etmek zorunda kaldıklarını görmeyen, görmek istemeyen ya da daha çok negatif bir algı üzerinden görmeye çalışan, göçmenleri ötekileştiren, potansiyel suçlu olarak gören anlayışa karşı, Amin’in hikâyesini sürükleyici animasyon ve belge görüntülerle iç içe geçirerek asıl soruna dikkat çekiyor ve onları dinlemeye, görmeye, anlamaya sinema aracılığı ile bir alan açıyor.