Başkalarının Tanrısı’nı okurken şehir hayatının acımasızca öğüttüğü hayatların çarpıcı hikâyesine tanık olmakla kalmıyoruz, kurgu içinde ve kurgu dışında, neyin gerçek neyin hayal olduğuna dair sorularla dolup taşıyoruz.

Kaderin cilvesine boyun eğmeyenlerin romanı

NİLÜFER ALTUNKAYA

Mine Söğüt’ün Başkalarının Tanrısı adlı romanı Can Yayınları etiketiyle nisan ayında okurla buluştu. Yazdıklarıyla ve muhalif kimliğiyle hepimizin hayatına dokunan Mine Söğüt’ün köşe yazılarını ve öykülerini derlediği kitaplarından sonra yayımladığı bu romanını merak ve heyecanla okudum. Kalemiyle hangi yaraları deşeceğini, sözcüklerini bu bireysel ve toplumsal yaraların üstünde nasıl gezdireceğini çok iyi bilen bir yazar Mine Söğüt. Bu nedenle Başkalarının Tanrısı’nın ilk sayfalardan itibaren okuru hemen dünyasına çeken bir roman olmasına şaşırmamak lazım.

Sıradan bir hayatla sıradan olmayan hayatlar arasındaki duvar yıkılırsa ya da herhangi bir günün sonu başka birine dönüşerek başka hayatlarla iç içe geçerek biterse insan kendisine kavuşabilir mi? Acının somut ve kaskatı sınırlarında dans edenler için rüyanın ve gerçeğin, hatırlananların ya da unutulanların, yaşanmış olanlarla yaşanacak olanların arasında bir fark var mıdır? Peki, kalacak bir yeri, yiyecek ekmeği olmayanlar için hayatın anlamı, sadece kendisi olarak var olan saf sevgi midir sadece?

Başkalarının Tanrısı, her gün bir şehrin gecesini gündüzünü, küfrünü sitemini, yağmurunu çamurunu, insafsızlığını, kalabalığını, derdini çilesini göğüslerken yanı başımızda görmeye alışık olduğumuz belki gözümüzü kaçırdığımız belki baktıkça göremediğimiz hayatların romanı. Klişe tabirle ötekileştirilmişlerin, evsizlerin, yoksulluğu alın yazısı olarak benimseyenlerin ama kaderin cilvesine boyun eğmeyenlerin romanı.

Eski hayatını, düzenli işini, karısını ve çocuğunu geride bırakıp evden ceketini alıp çıkarak ölüme koşarken şehrin bambaşka sokaklarında bambaşka hayatlarla karşılaşarak aşkı bulan bir adam, olsa olsa bir şair olabilir, değil mi? Şehrin sokaklarında bu bambaşka hayatlar birbirinin içinden akıp giderken anlatıcı kahramanımız Şair, öncesi ve sonrası keskin bir bıçak gibi ayrılan bir gün Efsun Abla ile karşılaşır. Artık hayat bambaşka olaylara gebedir onun için ve başkalarıyla aralarındaki mesafeler kim olduklarını ya da kim olmadıklarını belirler:

“Bu noktada daha önce çömelmiş, vapurlara, karşı kıyıya, saraya, köprüye, camilere, martılara ve denizanalarına bakarak tuhaf şeyler düşünmüş, dilenmiş, kendisini acındırmış, dünyayı umursamamış, herkesin utandığı şeylerden utanmamış, herkesin yaşadığı şeyleri yaşamamış bizim gibi insanların ve bizlere bakan ve bizlerin yanından geçip giden ve bizlere karşı acımayla öfke arası duygular besleyen başkalarının varlığı ebediliği bir bulut gibi tepemizde.” S. 10
İşte eski, düzenli hayatını geride bırakıp sokaklarda mendil satarak, dilenerek yaşayan bacaklarını kendisi kesmiş olan Efsun Abla’ya âşık olan şair, hafızasını kaybederek sokaklara düşmüş olan Adnan Abi ve bağımlı olduğu için onlarla aynı yazgıyı paylaşan Hülya, aralarına sokağa bırakılmış bir bebeğin katılmasıyla birbirlerine tutunarak zor koşullara rağmen hayatta kalmaya çalışırlar.

Mine Söğüt keskin uçları olan bu karakterleri olay örgüsünün akışında canlı sahnelerle anlattığı için okura oldukça tanıdık geliyor. Sanki hemen her gün, bir yerlerde karşımıza çıkan şehrin bu kaybedenleri, birer görüntüden ibaretken birer isme, yaşantıya, karaktere kavuşuyor. Onların kirliliğinde bir masumiyet, yoksulluğunda bir dürüstlük, kaybedecek bir şeyleri olmayışında da düzenin yalanlarını ve elbette paranın hükümdarlığını reddediş vardır nihayetinde. Şiir ve aşk adına kafa tutmak, kötülüğün ve iyiliğin bütün soyut hallerden sıyrılmasıyla kaskatı bir varoluşsal anlam kazanır böylece:

“Bu hayat kendi kazandığım paranın başkalarının kaybettiği para olduğunu görmeyi reddeden bir iradenin belirlediği değer seline kapılıp giden bu dünyada tutunduğum tekinsiz bir kaya. Her an yerinden oynayabilir, her an parçalara ayrılabilir, her an elim o kayadan kayabilir. Ona tutunduğum sürece, şiirin karın doyurmayan değersizliğine meydan okumak, aşkın imkânsızlığına kafa tutmak hoşuma gidiyor.” (s. 123)

Başkalarının Tanrısı’nı okurken şehir hayatının acımasızca öğüttüğü hayatların çarpıcı hikâyesine tanık olmakla kalmıyoruz, kurgu içinde ve kurgu dışında, neyin gerçek neyin hayal olduğuna dair sorularla dolup taşıyoruz. Bir hayalin gerçek olduğuna inanmak, onun gerçek olması için yeterli değil midir zaten? Bu yolculukta iyilik, kötülük, adalet, hayal veya gerçek gibi kavramlar kadar inançları da sorgulayan okur, bazen gülümseten bazen insanın içini burkan duygularla alt üst oluyor. Ayrıca akıcı ve keskin bir dil kullanılarak İstanbul’un suretleriyle iç içe akan, gerçekçi ve çarpıcı gözlemlerle örülmüş ve okurda derin bir iz bırakan bir roman Başkalarının Tanrısı…

Dilerim çok okunsun ve sevgili Mine Söğüt’ün kalemi hiç susmasın…