Google Play Store
App Store

Laiklik kadınların kamusal varoluşunun ve özgür birey olarak tanınmasının temelidir. Laiklik geri çekildiğinde kadınlar ilk hedef olur. Bu bir tesadüf değil, otoriter toplumsal mühendisliğin bir parçası.

Kadın özgürlüğünün sessiz dayanağı: Laiklik
İran’da İslam Devrimi’nin ardından binlerce kadın başörtüsü zorunluluğunu protesto etmişti. (Fotoğraf: Depo Photos)

Laiklik genellikle yalnızca din ile devletin ayrılması şeklinde tanımlanır. Ancak bu tanım, laikliğin toplumsal etkilerini kavramakta yetersiz kalır. Laiklik, hukukun kaynağını kutsaldan değil akıldan alan; bireyi –özellikle de kadını– bağımsız bir özne olarak tanıyan sistemin temelidir. Tarihsel deneyimler, laikliğin geri çekildiği her durumda kadınların kamusal görünürlüğünün ve haklarının ilk hedef haline geldiğini göstermektedir.

YURTTAŞLIK, AMA KİME?

1789 Fransız Devrimi “insan hakları”nı ilan ettiğinde dahi bu haklar kadınları kapsamadı. Kadınlar yalnızca ulusun anneleri, ahlâkın taşıyıcıları olarak sembolleştirildi. Olympe de Gouges’un “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” (1791) bu dışlanmaya ilk büyük itirazdı. Gerçek eşitlik ise neredeyse yüzyıllık bir mücadele gerektirdi. 1905 Fransız Laiklik Yasası yalnızca dinî kurumları değil, patriyarkal yapıyı da devletin tekelinden çıkarmaya başladı. Elisabeth Badinter’in ifadesiyle “devlet artık Tanrı’dan değil, özgürlükten yanaydı.”

SEMBOLDEN YURTTAŞLIĞA

Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluş süreciyle birlikte laiklik, kadınlar için hukuki özneliğin önünü açtı. 1926 Medeni Kanunu ile çok eşlilik yasaklandı, resmi nikâh zorunlu hale geldi, kadınlara boşanma ve mirasta eşitlik tanındı. 1937’de laikliğin anayasal güvence altına alınmasıyla kadınlar ilk kez eşit yurttaş olarak tanımlandı.

Ancak bu kazanımlar, geniş kesimlere eşit şekilde yansımadı. Kadınlar modernleşmenin vitrini haline getirildi; yani kamusal görünürlükleri yeniden sembolleştirildi. Laiklik, bu sembolleştirmenin ötesine geçip gerçek bir özneliğe dönüşebildiği ölçüde ilerici bir güç olurken, şüphesiz patriyarkayı ortadan kaldırmadı ama pratikte kadınların konumunu dönüşmesine ve yeni biçimlerde yeniden üretimine katkı sağlamasına olanak sundu.

KÂĞIT ÜSTÜNDE HAK, FİİLİYATTA ERİŞİMSİZLİK

Türkiye’de ise laiklik, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren kadınlara hukuki özne olma fırsatı sundu. 1926 tarihli Medeni Kanun çok eşliliği yasakladı, resmi nikâhı zorunlu kıldı, boşanma ve mirasta eşitliği tanıdı. 1937’de laikliğin anayasal güvence altına alınmasıyla kadınlar ilk kez yurttaş olarak tanımlandı. Bu süreçte kadınlar “modern Cumhuriyet’in vitrin figürleri” olarak yeniden sembolleştirildiler. Ancak sembol olmanın ötesine geçip kamusal alanda yer edinmelerini sağlayan şey, laikliğin sağladığı hukuki zemindi.

Bugünse bu zemin, sessiz ama sistematik bir biçimde geri çekiliyor. Laiklik kâğıt üstünde hâlâ anayasal bir ilke; fakat uygulamada işlevsizleştiriliyor. Diyanet’in fetvalarıyla nafaka hakkı tartışmaya açılıyor, boşanma süreçleri arabuluculuk yoluyla zorlaştırılıyor, 6284 sayılı şiddeti önleme yasası etkin biçimde uygulanmıyor. Kürtaj hâlâ yasal; ama kamu hastanelerinin %90’ından fazlasında erişilemiyor. Medyada kadın bedeni sansürleniyor; "ahlâka aykırılık" kisvesi altında, kadınlar hem görünmezleştiriliyor hem de suçlanıyor. Bu gelişmeler rastlantı değil: Laik yurttaşlık düzeninin, kadın hakları üzerinden aşındırıldığı yapısal bir dönüşümle karşı karşıyayız.

KÜRESEL GERİ ÇEKİLİŞ

Laikliğin kadınların kamusal varoluşu için ne kadar kritik olduğunu, farklı coğrafyalarda yaşanan gerilemeler çıplak biçimde gösteriyor.

Afganistan’da 1960’lardan 1980’lere dek kadınlar üniversiteye gidiyor, öğretmenlik ve memurluk yapıyordu. Taliban’ın 1996’da iktidara gelişiyle kadınlar evlere kapatıldı; 2001–2021 arasında kısmen geri kazanılan haklar, Taliban’ın 2021’de yeniden dönüşüyle bir kez daha silindi. Bugün kız çocuklarının ortaokul ve liseye gitmesi yasak, kadınların sokağa çıkışı dahi engelleniyor. Bu, yalnızca bir rejim değişikliği değil; kadınların toplumsal görünürlüğünün sistematik biçimde imhası.

İran’da 1930’larda başlayan laikleşme adımları, 1979’daki İslam Devrimi’yle tersine çevrildi. Kadınlar daha önce üniversitede ve iş hayatında görünürken, devrim sonrasında zorunlu başörtüsü ve şeriat kurallarıyla sıkı denetim altına alındı. 2022’de Mahsa Amini’nin “başını düzgün örtmediği” gerekçesiyle ahlak polisi gözetiminde ölümü, bu baskının ölümcül boyutunu tüm dünyaya hatırlattı. Bugün başörtüsünü çıkarmak, kadınlar için devlet düşmanı ilan edilmek, toplu taşımadan ve kamu hizmetlerinden men edilmek anlamına geliyor.

Polonya’da Katolik muhafazakârlığın siyasal alanda güç kazanmasıyla birlikte, kürtaj hakkı son on yılda neredeyse tamamen ortadan kaldırıldı. 2020’de Anayasa Mahkemesi, fetüs ağır bir sağlık sorunu taşısa bile kürtajı yasaklayan bir karara imza attı. Bu karar, laiklik ilkesinin yerini dini kurallara bıraktığı yeni bir rejimin habercisiydi. 2021 yılında, “Izabela” adlı genç bir kadının ölümüne bu karar doğrudan zemin hazırladı. İzabela’nın rahmindeki fetüs yaşamaz durumdaydı, ancak doktorlar, yasalar yüzünden müdahale edemediler. Müdahale için fetüsün kalbinin tamamen durmasını beklediler—ve bu gecikme İzabela’nın ölümüne neden oldu. Bu trajik olay, laikliğin geri çekildiği bir düzende, kadınların yaşam hakkının dahi dinsel normlar uğruna feda edilebildiğini gösteriyor.

ABD’de evanjelist etkinin genişlemesiyle 14 eyalette kürtaj tamamen yasaklandı, birçok eyalette ağır kısıtlamalar getirildi. Tecavüze uğramış 10 yaşındaki bir çocuğun Ohio’daki yasak nedeniyle Indiana’ya gitmek zorunda bırakılması, laik hukukun geri çekilmesinin kadın bedenini nasıl siyasal tahakkümün nesnesine çevirdiğinin en çarpıcı göstergesi.

Bu tablo bize şunu gösteriyor: Laiklik zayıflatıldığında, kadınlar ilk hedef haline geliyor. Süreç hep aynı: Önce hukuk daraltılıyor, ardından kadın “ahlâkın bekçisi” ya da “ahlâkı tehdit eden unsur” olarak damgalanıyor, sonunda eğitimden sağlığa, sanattan çalışma hayatına kadar her alanda varlığı kısıtlanıyor.

Türkiye’de yaşananlar da bu küresel gidişatın bir parçası. Laiklik kâğıt üzerinde hâlâ anayasal ilke; ama fiilen daraltılıyor. Ve bu daralma, en çok kadınların bedeninde ve hayatında görünür hale geliyor.

LAİKLİĞİN SINIFSAL EŞİĞİ

Laiklik, anayasal düzlemde tüm yurttaşlara eşit haklar tanıyan bir ilke olarak tanımlansa da bu eşitlik toplumsal yaşamda eşit biçimde karşılık bulmaz. Özellikle kadınlar açısından, laiklikten faydalanma imkânı sınıfsal ve bölgesel farklılıklarla sınırlanır. Büyük şehirlerde yaşayan, eğitimli ve ekonomik olarak bağımsız kadınlar için laiklik, somut kazanımlar yaratırken; kırsal bölgelerde, düşük gelir grubundaki kadınlar için bu ilke çoğu zaman soyut ve erişilmez kalır.

Sosyal devletin zayıflamasıyla birlikte, ihtiyaç temelli destek mekanizmaları giderek dini vakıfların ve cemaatlerin kontrolüne geçmektedir. Bu durum, desteklerin hak temelli değil, normatif uyuma dayalı biçimde dağıtılmasına neden olur. Kadının kamusal alandaki görünürlüğü, dini ve geleneksel normlara uygunlukla koşullandırılır. Böylece laiklikten kaynaklı eşit yurttaşlık zemini, kadınlar için yerini bağımlı ve koşullu ilişkilere bırakır.

Eğitim alanındaki dönüşüm de bu eşitsizliği pekiştiriyor. Karma eğitimin gerilemesi, İmam Hatip liselerinin artışı ve bazı bölgelerde kız öğrencilerin erken yaşta okuldan alınarak evliliğe yönlendirilmesi, kadınların kamusal hayata katılımının daha çocuklukta engellendiğini gösteriyor. Türkiye genelinde tek cinsiyetli eğitim kurumlarının oranı artarken, belirli illerde bu oran liselerin üçte birine kadar çıkmış durumda. Bu gelişmeler, laikliğin sunduğu potansiyel eşitliğin mekânsal olarak parçalandığını ve özellikle yoksul kız çocuklarının temel yurttaşlık haklarına erişiminin sistematik biçimde sınırlandığını ortaya koyuyor.

Bu tablo, yalnızca bazı hakların fiilen uygulanmaması meselesi değildir. Aynı zamanda, kadınların eşit ve özgür bireyler olarak tanınmasının zemini olan laikliğin, sınıfsal dinamikler üzerinden aşındırıldığını gösterir. Hukuki ilkelerle tanınan haklar, yaşam koşulları ve toplumsal yapı üzerinden yeniden şekillenir. Laiklik ilkesi, ancak sosyal adaletle desteklendiğinde kapsayıcı hale gelebilir.

KADINLARI SAVUNMAK

Laiklik yalnızca soyut bir anayasal prensip değil; kadınların kamusal varoluşunun ve özgür birey olarak tanınmasının temelidir. Türkiye’de laikliğin aşındırılması, hukuki hakların kaybının ötesinde, kadınların yurttaşlık statüsünün çöküşüdür. Laiklik geri çekildiğinde kadınlar ilk hedef olur. Bu bir tesadüf değil, otoriter toplumsal mühendisliğin bir parçası, feminist düşünür Carole Pateman’ın belirttiği gibi, “sözleşme” her zaman cinsiyetlidir; ancak laiklik zemininde eşit yurttaş olmadan kadınların özgürleşme imkânı da yok olur.