Kadınlar en büyük ilham kaynağım
Caz müziğin ülkemizdeki en önemli temsilcilerinden Şenay Lambaoğlu, Işıl Işıl Sahne’nin bu haftaki konuğu oldu. Lambaoğlu, “Kadın hikâyelerinden yola çıkmak benim için çok kıymetli. Onların yanında olduğumu, seslerini duyduğumu ve duyurduğumu anlatmaya çalışıyorum” dedi.

Işıl Çalışkan
Caz müzikteki başarılarıyla parmakla gösterilen seslerinden Şenay Lambaoğlu, üretimleriyle adından söz ettirmeye devam ediyor. Kadın hikâyelerinden yola çıkarak bestelediği şarkılarıyla yolculuğunu sürdüren Lambaoğlu, 6. ve son albümü Sığınak’ta kadınların iç dünyasını müzik yoluyla ifade ediyor.
Lambaoğlu’nun son eseri “Sözleri Şahsi”, bir yandan içsel bir hesaplaşmanın izlerini sürerken, diğer yandan hayatın anlamını sorgulayan derin bir metin sunuyor. Albümdeki elektronik dokunuşlar, şarkıların duygusal yoğunluğunu daha da artırırken, dinleyiciyi modern bir müzikal deneyime davet ediyor. Lambaoğlu ile yeni albümü vesilesiyle müzik serüveninde bir yolculuğa çıktık.
Müzisyen olmak isteyen birçok kız çocuğu gibi sen de fırçalar ve deodorantlarla mikrofon yapıp şarkılar söyleyip ailenize konserler veriyormuşsun. O zamanlardan müziğe dair hislerinizi nasıl anımsıyorsun?
Ben Almanya’da doğdum, 12 yaşıma kadar da oradaydım. O yüzden aslında çokkültürlü bir ortamda büyüdüm. Çocukken bana bakan yardımcı mesela Alman’dı. Okulda öğretmenlerim ve arkadaşlarım Almandı, Türk arkadaşlarım da vardı elbette. Bunun getirdiği bir esneklik vardı. Her şeye çok çabuk evrilebilme cesareti vardı o yaşlarda; sınırsız bir hayal gücü, her çocukta olduğu gibi… Ben de televizyonda izlediğim filmlerden, pazar sabahları yayınlanan klasik müzik ve opera’lardan etkilenirdim. İşte o fırfırlı elbiseler, sabahlıkların arasında kendimi bir hayal dünyasına kaptırıp, bir masal diyarında şarkı söylerken buluyordum ayna karşısında. Yeteneğim de vardı galiba. Sonra gitar çalmaya başladım.
Klasik gitarla başladın. Ya sonra?
Sonra Türkiye’ye döndüğümde, 12 yaşımda okul orkestraları ve okul koroları gibi faaliyetlerle müziğe devam ettim. Fakat tabii bunu bir meslek olarak aileme kabul ettirmem çok uzun yıllarımı aldı. Ailede sanatla alakalı insan yoktu çünkü. Doktorluk, bankacılık, mühendislik gibi daha garantici bir meslek seçmemi tercih edelerdi ki bu da çok normal geliyor aslında çünkü sanat ülkemizde maalesef çok hak ettiği değeri bulamıyor. Beni de tamamen koruma amaçlı, “İleride bir kadın olarak kendi ayakları üzerinde durabilsin, geçerli bir mesleği olsun” diye düşünmüşlerdir fakat sanat bir seçimle yönelinen bir meslek değil. Bir tercih olmadı. Hep vardı hep benimleydi. Bir yaşam biçimi. 24 saat müzikle yatıp kalkıyorum.
Caz müzikle ilk olarak radyoda duyduğun bir parça ile tanışmışsın. Cazda seni çeken neydi?
Aslında lisede bir rock grubumuz da vardı. Her genç gibi gitar çalıp, Beatles parçaları ve Queen’le büyüdüm. Fakat onun öncesinde, radyoda bir şekilde aslında hem caz hem de klasik müzikle çok haşır neşir oluyordum. Herhalde o derinliği, müzikal zenginliği ve belki daha duygusal bir yönü vardı. O yaşa göre daha meditatif geliyordu. Yatmadan önce dinleyebileceğiniz bir şey gibi.
Sesimin de yatkın olması, hocalarımın “Bu tarz müziği çok güzel söylersin” dedikleri için, kendimi herhalde cazda daha rahat hissettim. Bir güven geldi. O yaştaki bir çocuk için de öğretmenlerin söyledikleri çok kıymetli oluyor. Gerçekten kılavuz oluyorlar, kendinize bir yol çiziyorsunuz.
Bütün o şarkıları, repertuarı kaydettiğim zamanları hatırlıyorum. O zamanlarda cep telefonları yoktu, kasetler vardı ve kasetlere kaydediyorduk. Parçaları kaydedip sözlerini çıkarıyordum. Tüm bunlar benim için çok heyecanlı ve merak uyandıran bir süreçti.
Aslında biraz da zor bir yol caz seçmek, özellikle Türkiye’de. Ne dersin bu yoruma?
Evet, doğru. Ama az olan şey, bir bakıma daha kolay yol bulabiliyor. O zamanlar müzik yarışmasına katılıyorduk. Belki tam caz sayılmasa da pop caz sınıfına sokabileceğimiz Vaya Con Diyos’dan “Neh Nah Nah” parçasıyla katılmıştık. Geçenlerde kaybettiğimiz çok değerli bir öğretmenimiz Fariz Akarsu çalıştırıyordu. Benim caza çok yeteneğim olduğunu, bu şarkıları çok güzel söyleyebileceğimi vurguluyordu. Ben de bu yöne doğru kendimi geliştirmeye çalıştım. O yaşta bu kadar geniş bir repertuara sahip olan fazla şarkıcı yoktu. Yani profesyonel anlamda da yoktu. Öyle olunca çok genç yaşta, 17-18 yaşında bir anda profesyonel bir müzik hayatına doğru hayatım yön değiştirdi. O yüzden o bir avantaja dönüştü aslında. Türkiye’de de sayılı caz şarkıcısı vardı. Çok yetenekli gençler var şimdilerde ama o zaman için gerçekten çok az sayıdaydık.
O yüzden ben de çok değerli müzisyenlerle, Selçuk Sun, Neşet Ruacan, İmer Demirer, Önder Focan, Nilüfer Verdi, Aydın ve Randy Esen gibi çok kıymetli isimlerle çalıştım ve sahne aldım. Sonra devamı geldi zaten.
Son albümün Sığınak’ta, “Müzik benim tek sığınağım” mottosuyla yola çıktınız. Bu albümün hikâyesini dinlemek isterim.
Tabii. Caz ekolünden gelmiş olsam da albümlerimde farklı janraları müziğimle buluşturmayı, zenginleştirmeyi seviyorum. Zamanın ruhunu yansıtan bir sound arayışı içindeyim her defasında. Genco Arı ile de albüm olarak yola çıkmamıştık. İlk başta bir single olarak bir şeyler denemek istedik. Çok uzun yıllara dayanan bir dostluğumuz vardı ama hiç birlikte bir projede yer almamıştık. Sonra baktık, birkaç parça gayet güzel gidiyor, şarkılar gelişmeye başladı, uyumlanmaya başladık, belli periyotlarla şarkılar yayınlamaya başladık. Sonrasında çıkan parçaları bir albüme toplamaya karar verdik.
“Çiçekli Perdeler” ve “Sözlerim Şahsi”, “Kartpostal” gibi şarkıların, kadınlar ve kız çocuklarına ithaf edilmesi çok kıymetli. Bu şarkıları oluştururken hislerinizi paylaşır mısın?
Kadın hikâyelerinden yola çıkmak benim için çok kıymetli çünkü en büyük ilham kaynağım kadınlar, kız çocukları. Onların seslerini duyurmak adına, ben de bir kadın olarak, bir kız kardeş, bir abla, bir anne olarak verebileceğim en güzel hediye sanırım şarkılarım, sözlerim ve yaptığım işler. Onların yanında olduğumu, seslerini duyduğumu, kulak verdiğimi bir şekilde anlatmaya çalışıyorum.
Bir kadın olarak, bu ülkede yaşadığınızda nasıl hisler içerisindesiniz?
Özellikle kız çocuklarıyla ilgili konu beni derinden sarsıyor. Çünkü her güne yeni bir olay, yeni bir dramla başlıyoruz. Kadınların fiziksel, psikolojik ya da ekonomik anlamda gördüğü şiddeti ve her türlü baskıyı hatırlatan ve bu konuda farkındalık yaratan kampanyalar, girişimler ve projeler geliştirmeye devam etmeliyiz. Ve en başta devletin yetkili mercileri kadınları, çocukları, hayvanları koruma altına alması ve şefkatini göstermesi en elzem konu. Bizlerde kadınların ve özellikle kız çocukların temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığını durumlar karşısında durmalıyız ve toplum olarak bilinçlenmeliyiz. Çünkü tepeden tırnağa her şey yanlış bir yöne doğru yuvarlanıyor gibi hissediyorum. İstanbul Sözleşmesi de bu anlamda çok kıymetli, fakat doğru anlatılmalı. Bu konuda yapılabilecek şeyler neyse, sonuna kadar üzerine gitmek gerekiyor. Çünkü gündem o kadar çabuk değişiyor ki; gözümüzü açıp kapatıyoruz ve yeni bir sorunla, krizle uyanıyoruz ve bizi derinden sarsan olaylar konuşulmaz hatırlanmaz oluyor.
Acılara alışmak gibi bir şey mi bu, sence?
Biraz öyle oldu. Gerçekten artık birçok şeyi kanıksamış durumdayız. Bu beni çok üzüyor. Sadece bununla da sınırlı değil; ekonomi, savaş, sokağın nabzı, şiddet gibi birçok şey normalleşiyor bir süre sonra. Bunun önüne nasıl geçeriz? İnanın ben de bilmiyorum. Belki psikologlar, sosyologlarla ortak çalışmalar yapmak gerekiyor ama sadece mevcut durumdan oturduğunuz yerden şikâyet etmekle bir yere varamayacağımız kesin.