Önceki gün medyayı bir sokak röportajı meşgul etti. Bir dönem caddelerinde satırlı, jiletli, takaroflu saldırganların terör estirdiği Batmanda yapılan sokak röportajına konuşan bir kişi: "Biz Hizbullahçıyız, bu köpeklere, ateistlere, kafirlere, dinsizlere oy vermem. Biz devletçiyiz. Erdoğan’a dokunsalar kafalarını keseceğiz. Biz cihada hazırız. Kafalarını keseriz. Bunlar kafirdir. Kılıçdaroğlu kimdir? Akşener kimdir? Bunların hepsi Yahudi tohumlarıdır, Ermeni tohumlarıdır. Biz cihada hazırız, onların kafalarını da keseriz." dedi.

Aynı şahıs ertesi gün "Benden önce konuşan şahıs devleti karaladı. Ben de dayanamadım. Kimse orada tepki vermeyince ben de devletimi sevdiğim için tepki verdim. Herhangi bir terör örgütüne mensup değilim. Devletime dinime bağlı bir insanım bütün milletimden özür diliyorum. Kelle olayı da sinirden öfkeden olmuştur. O zihniyet de ben de yok öfkeden olmuştur sizden tekrar özür diliyorum" deyince tepkiler azalarak, ağırlıklı olarak şahsın korkarak geri adım atmasına bağlandı.

Oysa bu açıklamanın gösterdiği şeyler çok önemli. Öncelikle, öteden beri muhalefete dönük kara propagandasını “terörle ilişkili olmaları” üzerine yürüten AKP/MHP’nin, IŞİD’le yarışan vahşi bir örgütün “taktiksel” olarak ad değiştiren “Partisi” ile ittifakının asıl gerekçesini gösterdi bu açıklama. (Taktiksel diyorum çünkü bu açıklamaya eleştiri getirmedikleri gibi parti programlarına ve açıklamalarına bakıldığında nihai hedeflerinden de vazgeçmiş görünmüyorlar.) İktidar yandaşlarının çokça yaptığı gibi bireysel bir açıklamayı partilere ya da toplumsal gruplara mal etmeyeceğim. Ancak ilk anda olağanüstü bir tepki ile karşılanan, gündeme oturan açıklamaya dönük ne doğrudan iktidardan ne de onun halkla ilişkilerini yürüten medyadan bir kınama, eleştiri gelmedi. İşte tam burada, açıklamanın toplumun önemli bir kesimi üzerinde uyandırdığı dehşet duygusundan memnun olduklarını ve Hüda-Par ve benzeri yapılarla kurulan ittifakın asıl amacının da bu olduğu ortaya çıkıyor.

Diğer bölgelerde ise bu işlevin lümpen yapılar, gerici vakıf ve dernekler tarafından yerine getirileceği anlaşılıyor. Nitekim ben yazıyı yazarken benzer şiddet çağrıları birçok yerden gelmeye başladı. Örneğin bir vatandaş “Sen hiç hayatında canlı bomba gördün mü? Ben vatan, millet için bu bayrak için canlı bomba gibiyim. Ben tehlikeliyim tabii... Reisi Cumhur’a şey yapsın ben gider Pensilvanya’da kendimi patlatırım.” dedi.

Bu açıklamaların gösterdiği bir diğer önemli husus ise yargının ve güvenlik bürokrasisinin tepkisizliği. Şimdi başlangıçta alıntıladığım açıklamaların Kılıçdaroğlu ya da Akşener lehine yapıldığını düşünün bir an. İktidar medyasının linçi bir yandan, açıklama üzerinden tüm muhalefetin terörist ilan edilmesi bir yandan… Gece yarısı gözaltı ve tutuklama ise zaten standart tarife! Artık yargının tarafgir tutumunun sadece olası iktidar değişikliği sonrasının meselesi değil, bugün için de ülke barışını tehdit edecek bir soruna dönüştüğünü -bir kez daha- teşhis etmeliyiz.

Peki ne yapmalı? Öncelikle adil bir seçim sürecinden yana olan partilerin, şiddet çağrısı yapan kişi ve yapıların yurttaşlar üzerinde dehşet ve yılgınlık yaratmasına engel olacak adımlar atmaları gerekir. Bu kişiler iktidarın gözü kara militanları olarak sahada olacak ve yargıdan alabildiğine himaye görecekler. Buna engel olacak bir sandık/sandık başı güvenliği kurgusu yapılması gerekir. Ayrıca sadece ıslak imzalı tutanak toplamaya odaklı bir sandık güvenliği yaklaşımı yetersiz kalacaktır. Yargının hareketsizliği ve taraflı tutumu sürekli gündem yapılarak keyfiliğe izin verilmemeli. Yargı mensuplarının da şunu unutmaması gerekir; bugünden seçim sürecinin adil bir şekilde yürütüleceğine dair bir güvence verilmez ise seçim günü gerginliğinin yol açabileceği sorunlardan da hukuki ve vicdani olarak sorumlu olacaklardır.