“Kalbi karanlık olanın...”
Abartılmış iddialara tarihsel bir zemin kazandırmaya çabalayan, yaşadıkları süre boyunca faşizme, Nazilere hizmet etmiş, entelektüel birikimlerini bu yolda işe koşmuş filozofların rağbet görmesine şaşmamak gerekir.

BirGün’de (28.4.2025) Yusuf Tuna Koç’un kısa bir özet çevirisini sunduğu “Martin Heidegger - Siyasi bir yaşam” adlı kitabında tarihçi Hugo Ott’un “Heidegger’in hiçbir zaman kötücül siyasi amaçlarından dönmemiş sadık bir Nazi olduğunu” savunduğunu okuduk. Ott, Kimi yandaşlarının Heidegger’i savunmak için öne sürdüğü teorileri şöyle sıralıyor: “Ses çıkarmadan felsefe çalıştı teorisi; Rektör olarak iyi şeyler yapmaya çalıştı teorisi; Onun Nazizmi gerçek Nazizm değildi teorisi; Ama hep onurlu davrandı teorisi; yalnızca kısa bir süre Naziydi teorisi” Bu “teoriler” üzerinde uzun uzun durmaya gerek yoktur.
Çünkü tümü de içi boş iddialardır. Der Spiegel’de ölümünden sonra yayınlanması koşuluyla kabul ettiği söyleşide gazetecilik deyimiyle “çanak sorulara” verdiği yanıtlar bile onu kurtarmaya yetmemişti. Hitler’e bağlılığını belgeleştiren ünlü Rektörlük konuşmasında öğrencilere ve akademisyenlere “Varlığınıza fikirler ya da doktrinlerin hükmetmesine izin vermeyin. Yalnızca Führerin bizzat kendisi Almanya’nın gerçekliği, bugünü, yarını ve yasasıdır” cümlesi nasıl unutulabilir ki. Ayrıca Nazizmde yeni bir şeyler bulduğunu Der Spiegel söyleşisinde de gizleyemedi. “Burada yeni bir şeyler vardı duygusuna sahiptim, bir yola çıkış vardı” dediğini hatırlatan Der Spiegel patronuna aynen şöyle diyordu, “inanıyormuş görünmek için konuşmadım yalnızca; bu olabilirliği görüyordum.” Heidegger’in Nazizme bağlılığı Ott’un aktardığına göre uzun sürdü. “1935’te ‘Nasyonal sosyalizmin içsel hakikati ve yüceliği hakkında yazıyordu. 1942 gibi geç bir dönemde Nasyonel sosyalizmi ve onun özgün tarihsel mevcudiyetine hizmeti olmayan akademisyenlere karşı yazılar yazıyordu.” Hugo Ott, Heidegger üzerindeki haleyi kaldırıyor. Ama onun yazdıkları da sıraladığı “teorilere” bir 6. ek olmaktan kendini kurtaramıyor. Oysa asıl büyük “teori” Heidegger’i 20. yüzyılın en önemli filozofları arasına sokmaktır. Çeviri şu cümleyle bitiyor: “Heidegger’in kalbi karanlık, ancak kitapları hâlâ ışık verebilir.” Bu iddia da öyle kolayca kabul edilebilecek bir sav değildir. Örneğin tanınmış felsefecilerimizden Doğan Göçmen, “Martin Heidegger, Nazizm ve Felsefe” başlıklı internette kolayca ulaşabileceğiniz makalesinde kuşkularını dile getirmişti; son yıllarda Heidegger’den sıklıkla, irdelemeden ve beğeniyle söz edilmesini şaşkınlıkla karşıladığını yazıyordu. Gerçekten de kör kör parmağım gözüne, öyle ifadeler var ki insan şaşırmaktan kendini alamıyor. Örneğin bir aydınımız Heidegger’in inkâr etmediği gerçekleri aktarırken bile “1933’te yapıldığı iddia edilen talihsiz bir tercih” diyebiliyor.
Aslında son zamanlarda tüm hukuk bilgisini, zorlama teorilerini Hitler’in hizmetine sunmuş, Nazi partisine hiç vakit kaybetmeden üye olmuş Carl Schmitt ve savaş sonrasında bile görüşlerinde bir değişim görülmeyen, yanıldığını değil yanılmadığını vurgulayan Martin Heidegger’in parlatılmasının anlaşılabilir bir nedeni var. Yaygın bir genel görüşe dönüşmek üzere olan “sağ, aşırı sağ, siyasette öne geçiyor, pek çok ülkede otoriter hükümetler kazanıyor, dünya toptan bir muhafazakârlaşma dönemine girdi” türünden abartılmış iddialara tarihsel bir zemin kazandırmaya çabalayan, yaşadıkları süre boyunca faşizme, Nazilere hizmet etmiş, entelektüel birikimlerini bu yolda işe koşmuş filozofların rağbet görmesine şaşmamak gerekir. Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde entelektüel “piyasayı” ele geçirmiş olan postmodernizm kuşkusuz geçmişten bir temel arayacaktı; bulmakta çok da zorlanmadı. Bu arayış Heidegger ve Carl Schmitt ile sağlam bir zemin bulmuş oldu. Her yöne ilkesizce uzanabilen ve içi boşaltılan felsefe, Heidegger’le kökten inkâr edilebiliyordu. Carl Schmitt ise otoriterliğin, otokrasinin, “otoriter demokrasi” oksimoronunun gereksindiği hukuki zemini bir teori olarak siyasetin hizmetine sunuyordu.
’80 darbesi ile siyaset karikatürleştirilirken, boşaltılmış kültür dünyamız hızla postmodern edebiyat, felsefe ve siyasetle dolduruldu. Siyasal İslamın hizmetine giren liberal yaklaşımlar, kendilerine açılan özgürlük alanının tüm toplum için olduğu yanılgısını hemen benimsediler. Kurtuluşu ve Kuruluşu eleştirmekte olabildiğince özgürleşen, geleceği siyasal İslamla birlikte kurma konusunda hizmette kusur istemeyen liberaller, proje üstüne proje geliştirdiler. Postmodern liberallerin ve yıkıntının altında kalmanın sıkıntısını atlatamayan küskün solcuların, kültür ve siyasetteki etkinlikleri uzun sürmese de başarılı olduklarını teslim etmeliyiz. Siyasetle kurdukları ve sürekli olacağını düşündükleri ortaklık sona erince ve bu açıkça ilan edilince pek şaşırdılar. Ama bu konuda umutlarını tamamen yitirmiş olduklarını söyleyemeyiz. Yine her umut kırıntısı, her küçük çatlak durumu gerçekten kavramış olanların, “yanılmışız” diyenlerin dışında kalanların umutlarını tazelemelerine yol açıyor. Ama piyasaya sürdükleri ve kendi “özgün” yorumlarıyla siyasetin hizmetine sundukları görüşlerine artık ihtiyaç kalmadığını hüzünlenerek görüyorlar. Örneğin Schmitt’in “egemenin olağanüstü hali sürekli kılan ve kendinden kaynaklanan yetkileri”, “dost düşman ayırımı” teorilerinin, en üst kademede kendilerinin tercümesine gerek kalmadan sahiplenildiğini görüyor ve işsiz kaldıklarını düşünüyorlar. Tüm bu gelişmeler felsefe ile milliyetçiğin uyuşmazlığı filozofumuzu kendisinin de onayını alarak felsefeden dışlama hakkını veriyor bize. Doğan Göçmen’in dediği gibi “milliyetçilik, hele Heidegger’in savunduğu türden faşist Alman milliyetçiliği felsefenin doğasına aykırıdır” çünkü.
Şimdi Türkiye’de de felsefenin dışına sürülmüş milliyetçilik siyasetin rahat bir şekilde uygulamaya koyduğu politikalar arasındadır. Ekonomide bağımlılık, siyasette bağımlılıkla bütünleşiyor. Kredi talebiniz siyasette emperyalist isteklerle karşılaşıyor. Maliye bakanı mesaisinin büyük kısmını yurtdışında geçiriyor; Kıbrıs konusunda eski politikaların tartışmaya sunulmadan gündem dışı çözümlerle siyaset alanını dışına sürülmesi, dost ülkelerin desteğinin de gündemden çıkmasına karşı derin sessizlik dış politikada çaresizliğin işareti gibidir. Kürt sorununda neredeyse zıt kutupların sürrealist bir eylemi gibi sunulan ve sonunda liberalleri hayal kırıklığına uğratacağı anlaşılan gelişmeler de ürkütücüdür. Suriye’de ise İsrail’in artan etkisi, azınlıklara saldırılar ve yakın tarihin teröristleri ile işbirliği zorunluluğu da dış politikada çıkmaz sokakları gösteriyor. Öte yandan demokratikleşme konusunda “acele etmeyin, bugün değil yarın, yarın değilse sonraki gün” masalına, devam edeceği anlaşılan baskıların, tutuklamaların siyasetin bir gereği olduğuna inanmalarının istenmesi de can sıkıyor kuşkusuz. Bu arada umut veren gelişmeler olmuyor değil. 2017 referandumu ile büyük ölçüde işlevsizleştirilmiş temsilî demokrasi ile siyasal parti ve hareketleri baskı altına alma çabası halkın büyük kitleler halinde devreye girmesi ile akamete uğramış görünüyor. Kitlelerin gelişmelere müdahil olması, müdahale etmesi, ısrarlı eylemleri ve kurumsallaşma eğilimleri temsilî demokrasinin daha ileri, daha gelişmiş, kitlelerin temsilde daha doğrudan yöntemlerle devrede olacağı bir versiyonun gündeme girmesi gittikçe güçlenen bir görüştür artık. Bilmiyoruz bundan sonra gelişmeler ne yöne doğru akıp gidecek. Ama bildiğimiz bir şey var ve onu Ott’un sözlerinden yola çıkarak küçük bir değişiklikle yinelemekte hiçbir sakınca yok: Kalbi karanlık olanın eylemine de teorilerine de kuşkuyla yaklaşmakta yarar vardır.