Kaldığımız yerden değil geldiğimiz yerden
Filistin’de on binlerce insanı öldüren Netanyahu ve benzerlerinin insanlık dışı cüreti nereden geliyor? ABD Temsilciler Meclisi’nde kıyımı alkışlayanlardan. Kötülüğün bin kere kanıtlanmış merkezi orasıdır.
Kandıra’daki zorunlu “konukluk” Yargıtay kararı ile sonlanınca süreci yakından izlemiş gazeteci arkadaşlardan birisi “bundan sonrasını” sordu, o günlerin geçerli klişelerindendi, “kaldığınız yerden devam edeceksiniz sanırım” diye yüreklendirmeye çalışıyordu beni. Bir an durdum, “hayır, dedim, kaldığımız yerden değil, geldiğimiz yerden devam edeceğiz.” Öylesine ağzımdan çıkıveren bu sözleri anlamlandırmak için epeyce çabaladım. Tamam artık kaldığımız yer diye bir şey, bir yer yoktu ya da biz orada değildik, ama geldiğimiz yer neresiydi ki?
***
Tarih eskir ve eskitir. Geldiğimiz yer ise hem tarihin hem de yaşadığımız belirsizliklerin içinde bize yer açar, bizi zorlar; umut oradadır. İnsana ait ne varsa ne birikmişse, birbirini cerh eden, irili ufaklı çelişkilerin içinden yol gösteren, harita çizen ne varsa hepsi de sürprizlerin, mucizelerin içinden, ışığın ve karanlığın ortasından bize göz kırpar. Öyleyse kaldığımız yerden devam etmemiz söz konusu değildir, öyle bir yer yoktur artık. Koşulların, olanakların tehdit ve tehlikelerin değiştiği yeni bir yerdeyiz. Biz de artık tarihin içinde ya inatçı ihtiyarlar gibi geçmişe yapışıp kalacağız ya da değişenin ne olduğunu kavramaya çalışan, her an değişen ve kendi statükosunu yaratan süreçlere de boyun eğmeyen devrimciler olmayı başaracağız.
***
Geldiğimiz yerden devam edeceğiz ama üstümüze yapışıp kalmış kirden pastan kurtulmak da kolay değildir. Daha önemlisi tarihin bize bıraktığı, Marx’ın 18 Brumaire’de “insanlar kendi tarihlerini yaparlar ama keyiflerine göre kendi seçtikleri koşullarda değil, doğrudan karşılaşılan, geçmişten verilip aktarılan koşullarda yaparlar” diyerek altını çizdiği “koşulların”, şimdiki, haldeki durumları üzerinde de düşünmek gerekecektir. Çünkü tarih bizimle birlikte ve sürekli değişerek hareket eder. O sözü edilen koşullar da büyük olasılıkla, bilimsel teknik gelişimin daha fazla ve yoğun kötüye kullanımıyla yeni engeller olarak karşımıza çıkacaktır. Statükonun dayattığı yeni koşullar, sürekli geriye çeken, koşar adım dinsel fanatizme dönüşen muhafazakârlığın ve yalnızca teorik bir varsayım olarak kalmış “özgürlükçülüğünü” unutmuş liberalizmin klasik ölçülerine de sığmaz olur. Dolayısıyla kaldığımız yer yalnızca gelişimi durdurmakla yetinmeyen zorbalığın koşullarına, sürekli kendini dayatan otoriterliğin, faşizmin modern araçlarına dönüşecektir. Geldiğimiz yer burasıdır artık. Bilime hizmetçisi gibi davranan kapitalizm kitlelere evrim teorisini yasaklayan, teknolojiyi ise kendi çıplak çıkarları için, “kâr daha çok kâr, savaş daha çok savaş”, ustaca kullanan sistemdir. Distopyalar da bilimsel gelişmelerin kötüye kullanımına dayalı değil midir? 1984’ün diktatörü modern araçlarla var oluyordu. Büyük Birader gelişen ve acımasızca kullanılan teknolojiyle hükmünü yürütüyor, tarih her an değişen koşullara ve yenilenen çıkarlara göre yeniden yazılıyordu. Orwell’in öngörüleri bugün neredeyse bire bir gerçekleşme aşamasındadır.
***
Kapitalizm, bu şekilde ömrünü uzatabildiği iddiası gerçeği tam yansıtmasa da bilimsel gelişmenin ürünlerinin bir yandan sosyal medya gibi araçlarla, yalanla, yalanın sürekli yinelenmesiyle gelişmeleri kavraması, anlamlandırması, onlara nüfuz etmesi kolay olmayan kesimlerin desteğine sahiptir. Aynı zamanda yenilmez olduğuna dair yaygın propagandayı zorbalıkla birleştirerek sonuç alabilmektedir. Bu iddiayı boşa çıkartacak tek güç kendini yenilemeyi başarma potansiyeline sahip sosyalistlerdir. Bilimsel teknik gelişmenin halk yararına kullanımını yalnızca sosyalistlerin ete kemiğe bürünmüş pratikleri sağlayabilir. Ete kemiğe bürünmek, işi devrimden sonraya bırakmamak demektir. Bilimsel teknik gelişmenin hızı, teori ile pratiği iç içe geçirebilir ve hızla kullanıma sokabilmeyi olanaklı kılar.
***
Süreçler hızlanıyorsa devrimcilerin de ellerini çabuk tutmaları gerekmez mi? Burada temel sorun, geldiğimiz yerin olanaklarını zorunluluklarını kavramak, ciddi bir tartışmayla geçmişi sıkı bir eleştiri süzgecinden geçirebilmektir. Belki ben de haddimi aşarak, hariçten gazel okumanın hazzına yenilerek bir iki söz söyleyebilirim.
Birincisi, kaldığımız yer geriye doğru çekildi. Muhafazakârlar ve liberaller iktidarı büyük ölçüde içlerinden çıkan otoriter sistemlere faşizme devrediyorlar.
İkincisi, bilimsel teknik gelişme artık ilerleme anlamı taşımıyor, tam tersine geriliğin, gericiliğin sömürü düzenini sürdürmenin araçlarına dönüşüyor. Karakteri gereği bağımsız ve nesnel olması gereken bilimsel teknik gelişme Hiroşima ve Nagazaki ile birlikte ulusötesi tekellerin ve onlara bağımlı siyasetlerin hizmetine girmiştir.
Üçüncüsü, sosyalist dünyanın yarış dışı kalması, bilimsel teknik gelişmenin tümüyle kapitalizmin çıkarlarına uygun bir gelişme eğrisi çizmesine yol açtı.
Dördüncüsü Sosyalistlerin hızla bilimsel bir öğreti olan Marksizm ışığında eylem ve görüşlerini, tarihlerini ve şimdiki klasik öngörülerini gözden geçirmeleri bir zorunluluktur. Marksizm kaba determinizmle ilişkisini çoktan kesmiş, yanlış anlaşılan kimi metinlerin etkisi ortadan kalkmıştır. Mavi siyah karanlıktaki en parlak yıldızlarımdan birisi olan Metin Çulhaoğlu’nun dediği gibi “Marksizmin üstün yanı, en derin görünen kuramsal düzenlemelerin bile somut siyasete tercüme edilebileceği bir açık uçluluk taşımasıdır” (Marksizm ve Türkiye Solu, Yordam Kitap, s. 83).
Beşincisi, yabancılaşmanın etkisinin genişlemesinin yarattığı tehlikeyi açığa çıkarmaktır. Marksist yazının usta kalemlerinden dostumuz Haluk Yurtsever’den aktaralım; “Marx, yabancılaşma teorisini, insanın doğayla, kendi üretici etkinliğiyle, ürünüyle, kendi türüyle ilişkileri üzerinden kurdu. Yabancılaşmanın ve şeyleşmenin en önemli göstergesi, Marx’ın deyişiyle, her şeyin ‘insanlık dışı’ bir gücün egemenliği altına girmesidir. Meta, para, sermaye, devlet, din, ataerki; şimdilerde oligopollerin elindeki enformasyon, büyük veri, yapay zekâ, ‘nesnelerin’ ya da ‘şeyler’in interneti vb insanlık dışı güçlerdir. Yabancılaşma, şeyleşme, fetişizm bu insanlık dışı güçlerin binlerce kılcal damarla tüm uygarlığı sarmasıyla en uç noktasına varmıştır.” Yine Yurtsever’den; “Dünyayı iyiye ya da kötüye doğru değiştirme kapasitesine sahip insandan başka bir özne yoktur!” (Duvar, 30.8.2024).
Altıncısı, devrimci kendi devriminin statükosunu kurmamalı bunun için daha baştan önlemler almaya özen göstermelidir. Uzun bir konudur başka yazıya kalsın.
***
Kaldığımız yer boşluğa düştü. Geldiğimiz yer ise, Marx’ın kavramlaştırdığı yabancılaşmanın giderek genişleyen mekanizmalarla beslendiğini ve tehlikenin üstesinden gelinmesi zor bir aşamaya ulaştığı yerdir. İnsanın kendini hapsettiği bu karanlıktan kurtulması kapitalizmle kıyasıya bir savaşa girişmesiyle mümkün olacaktır. Tehlike gerçekten büyüktür; insanın var oluşunu bir nebze olsun ciddiye almayan ulusötesi tekeller savaş araçlarını üretmeye hız verirken onların kullanılacağı alanları da genişletiyor. Bunun için elinden gelen tüm kışkırtma araçlarını kullanıyor. Filistin’de on binlerce insanı öldüren Netanyahu ve benzerlerinin insanlık dışı cüreti nereden geliyor? ABD Temsilciler Meclisi’nde kıyımı alkışlayanlardan. Kötülüğün bin kere kanıtlanmış merkezi orasıdır.
***
İnsan kendinden alıntı yapar mı, yapıyor işte. “İnsan ey insan” adıyla yayımladığım şiirlerimin aynı adı taşıyan sonuncusunda şöyle yazmıştım: “Ortak payda gibi görünse bile / yalnızca ona layık olanların sıfatıdır insanlık / on yaratıp bir alanla kavgasını tarihe el koyanın /geçip gidemem /umutsuz olsam daralsa nefesim dursa kalbim/ışıklı bitsin bu ağıt bu söz bu şiir diyorum yine de / bu nedenle mavi siyah gecede yoğun bir kaderle / insanlar ey insanlar / size sesleniyorum / değişsin istiyorum bir şekilde adımız da içinde / çarpsın istiyorum insanın kör kaderine bu umutsuz hikâye.”