Olanlar üzerine konuşmak mânâsız. Konuşamıyoruz zaten. Şu anda bu katliam hakkında yazmamız yasak. Devlet yasakladı. “Kısıtlama”yı abartarak “eleştiri yasağı”na kadar ilerlediler üstelik

Kalkın ayağa kalkın…

Ankara Garı’nın önü her zaman şenliklidir. Eskiden, tren seferleri hızlandırılmadan önce daha şenlikliydi: Gelenler, gidenler, uğurlayanlar… Şenlik, lafın gelişi elbette: Ayrılıkların en zoru garda yaşanırdı. Trenin arkasından el sallamak ya da içinde, geride bırakılana bakarak uzaklaşmak zordu. Anadolu’nun her yanına giderdi o trenler ve memleketin her yanından insanları taşırdı. Gariban işiydi, pahalı değildi. Tam da bunun için, İstanbul’a göç edenler filmlerde Haydarpaşa’ya iner ve garın merdivenlerinde “ulan İstanbul, seni yeneceğim” derdi. Yine bunun için, Ankara’da geçen filmler, tren garında başlardı: “Köyden İndim Şehire”den “Sürü”ye onlarca film…

Ankara Garı’nın önü, “dışarıdan” gelenler için bir toplanma noktası. Eskiden, adı AŞTİ’ye dönüştürülmeden ve taşınmadan önce, otogar oradaydı. Otogar dediğime bakmayın, 80’lerin sonuna kadar küçük bir garajdı orası. Sadece İstanbul yolunun değil Konya, Eskişehir ve Samsun yollarının da sonuydu. Gelenler için bir kesişme noktasıydı bu alan. Ankara’da düzenlenen mitingler, Tandoğan ve Sıhhiye’de yapılırdı ve her iki alana gitmek isteyenler garın önündeki açıklıkta buluşur, oradan yürürdü. Ankara’da yaşadığım 21 yıl boyunca böyle oldu bu.
10 Ekim sabahı, insanların Ankara garı önünde toplanması tesadüf değil. Devlet yetkililerinin söylediği gibi şaşırtıcı da değil. Önceden duyurmaya gerek yok -ki bütün afişlerde ve çağrılarda yazıyor zaten bu. Şehir dışından gelenlerin randevularının kesildiği yer orası, hep öyleydi. Söylenmesi bile abes, bunu herkes bilir: Ankaralılar konuklarını orada karşılar ve oradan yürünür. Biraz da bunun için geçtiğimiz Cumartesi orası çok kalabalıktı. Orası, mitingler öncesinde hep kalabalıktır.

O sabah, saatler 10.04’ü gösterdiğinde, Ankara’nın o gün için en canlı yerinde art arda iki bomba patladı. 100 kişinin ölümü, onlarca insanın yaralanmasıyla sonuçlanan, tarihin en büyük saldırılarından biri. Alçakçaydı: Barış için toplananları, Türkiye’nin her yerinden gelenleri hedef almıştı. Barışın karşısına savaşı koyanların işiydi. Yetkililer, ağız birliği etmişçesine “bu, seçime yönelik bir saldırıdır” demeye başladı, hemen sonrasında. Şimdi yaptıkları “teröre lanet” mitinglerinde savaşı savunuyorlar ve alandakileri “teröristi meclise sokmayın” diye uyarıyorlar. Uyarsınlar. Küçülenlerin, yalnızlaşanların, köşeye sıkışanların yaptığı hep bu: Saldırıyorlar. Canımızı acıtmak için saldırıyorlar. Şiarımız belli: Onlara rağmen “inadına” yaşayacağız, “inadına” oy vereceğiz, “inadına” barajları yıkacağız. 7 Haziran’da oldu, 1 Kasım’da olmaması için hiçbir sebep yok.

Olanlar üzerine konuşmak mânâsız. Konuşamıyoruz zaten. Şu anda bu katliam hakkında yazmamız yasak. Devlet yasakladı. “Kısıtlama”yı abartarak “eleştiri yasağı”na kadar ilerlediler üstelik. Eleştirilemeyen bir cumhurbaşkanının yönettiği ülkede, bu noktaya gelmemize şaşırmamak gerek. Bugüne kadar, “bunu da yapamazlar” dediğimiz her şeyi yaptılar. Şaşırmıyoruz. Doğal olmayan şeylere “doğal” diyoruz. Kanıksamak, alışmak, sahiden en kötüsü. Eleştiriye, mizaha tahammül edemeyen insanların yönettiği bir ülkede yaşamanın zorluğu bir yana, bir de başkalarının yaptıkları adına utanıyoruz. Fenalıklar art arda!

Finlandiya Cumhurbaşkanı ile yaptığı ortak basın toplantısında kendisine soru soran gazeteciye “diktatör olsaydım siz bu soruyu soramazdınız” diyen Recep Tayyip Erdoğan, bu cümlenin hemen öncesinde “hangi gazeteden?” sorusunu sordu. Gazetecinin Türkiye’de yayımlanan bir gazetenin muhabiri olduğunu düşünsenize…

Türkiye çok acılar yaşadı. Çok acılar yaşadık. Sivas’ta tanıdıklarımızı yaktılar, sevdiğimiz gazetecileri öldürdüler, kartopu oynayan arkadaşımızı bıçakladılar. Ötesi yok: Çocukları öldürüyorlar! Çocukların öldürüldüğü bir ülkede yaşamak sahiden canımızı yakıyor. “Ama onlar terörist” diyen, “büyüyünce terörist olacaklar zaten” diyen binlerle yaşamanın tedirginliğini hesaba bile katmıyorum.

Geçtiğimiz hafta oynanan millî maç öncesi yapılan saygı duruşu sırasında futbolcuların bu hareketini ıslıkla protesto edenlerin, yuhalayanların yaşadığı bir ülke burası. Ölen 100 insanın “terörist” olduğuna inanan “insan”lar yaşıyor aramızda. Çok yakınımızdalar üstelik. “Barış” diyenlere ısrarla “savaş” diyenler, herkesi Türk olmaya zorlayanlar, bununla övünenler o kadar çok ki… Bu, bizi umutsuzluğa düşürmesin ama. Gezi’de gördük: Çokuz ve “bir”leşebiliyoruz. Ulusalcı kesimden kimi façalar çıksa da sağcısından solcusuna bir sürü insan, “daha güzel, daha yaşanır bir ülke için” yan yana gelebiliyor. Konuşmak, anlaşmak çok zor değil. Anlaşmak istemeyenle vakit kaybetmek yerine anlaşabildiğimizle vaktimizi geçirmek gerekiyor. Özü şu: Enerjimizi, bizi anlamayacak insanlara bir şeyler anlatarak kaybetmemeyelim. Yakında bize lazım olacak bir şeyi fütursuzca harcama lüksümüz yok.
Farkındasınızdır, yine müzikten söz etmedim. Müzik yazarı olarak girdiğim bu ekin sayfalarında müzik dışında bir şeyler yazmak can sıkıcı. Şarkı dinlerken, paylaşırken, müzikten söz ederken utandığımız zamanlarda yaşamak da öyle. Yazıyı müziksiz bitirmeyeyim, canımı acıtan bir görüntüyü hatırlatayım. İzlemişsinizdir, 10 Ekim’de, halay çeken gençlerin arkasında patladı o kahrolası bomba. Patlama, Ruhi Su’nun, 1 Mayıs1977 katliamı sonrasında yayımladığı “Sabahın Sahibi Var” albümünde yer alan şarkının, tam da olayı anlatan yerine denk geliyor: “Bu meydan kanlı meydan…” Şarkıyı bilmeyenler bunu bir şifre olarak algıladı ve sosyal medyadaki “her şeyi bilenler” ekibi, hemen teorilerini ortalığa saldı: “Bakın tam da ‘bu meydan kanlı meydan’ dedikleri anda patladı bomba, demek ki halay çekenlerin şifresiydi bu” minvalli cahilce yorumlar bir anda ortalığı kapladı. Halayı “ideolojik” algılayanların cehaleti bu. Hatırlarsınız, 12 Eylül sonrasında kurulan YÖK, “ideolojik halay çekti” gerekçesiyle okuldan öğrenci atardı. Sözde darbeye karşılar ama onun bütün “olanak”larını kullanmaya devam ediyorlar.

Şarkıyı dinlemeye devam edelim: “Ok fırladı çıktı yaydan / Kalkın ayağa kalkın / Biz şehirden siz köyden!” Sadece dinlemeyelim. Dinlemek bir çözüm değil. Çözüm, ellerimizde. Beylik olacak ama, umudumuzu kaybetmememiz gerekiyor. İstenen tam da bu. Önümüzde iki seçenek var: Sıkça paylaşılan Tezer Özlü cümlesindeki gibi “burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” diyerek “kapanmak” ya da ülkemize sahip çıkmak. İkincisini seçeceğiz. Metin Solmaz’ın, Birikim’in internet portalında yayımlanan yazısının son cümlelerini tekrarlayarak bitireyim yazıyı: “Burası, bizim ülkemiz. Bizi öldürmek isteyenlere bırakmayalım.” Haydi!