Muhabir, canlı yayında depremzedelerin soğukla mücadelesini anlatıyordu. Bir an duraksadı, sonra “Kamera bacaklarımı çekse, benim de titrediğimi görürsünüz” dedi, hüzünlü bir sesle.

Başka bir yayında deprem bölgesine giderken Konya yakınlarındaki tipide mahsur kalan bir muhabir, elindeki mikrofonu zor tutuyor, konuşurken dudakları titriyordu. Üzerinde incecik bir kaban ve altında kot pantolon vardı.


Deprem bölgesinden haber aktarmak için çırpınıyorlardı ama gerektiği gibi hazırlanmadan, koşullara uygun donanımları olmadan yola çıkmışlardı. Depremzedeler gibi onlar da dondurucu soğuğun yanı sıra yatacak güvenli yer ve gıda sorunuyla baş başaydı. Çok azının kurumları lojistik destek verebiliyordu. İlk ders bu olsun; felaket bölgesine hazırlıklı gitmek!

Sahadaki gazetecilerin tek sorunu donanım da değildi. Gözlemlerini sansürlemeden yansıtan gazeteciler provokasyon suçlamalarıyla, baskılarla karşılaştılar. OHAL ilan edildikten sonra müdahaleler daha da arttı; Basın Kartı ya da valilikten akreditasyonu olmayan gazetecilerin çalışmaları engellendi; saldırıya uğrayanlar, soruşturma açılanlar, gözaltına alınanlar oldu.

En ilginci de Diyarbakır’da gözaltına alınan gazeteci Mehmet Güleş’e emniyette yöneltilen soruydu; “Enkaz alanında bulunma sebebiniz nedir? M. Nuri Güzel isimli şahıs size vermiş olduğu röportajda ‘Burada AFAD yok, UMKE yok. Halkımız yalnız bırakıldı’ sözünü söyledi mi?” Sanki bu cümleleri dile getirmek ve bunu haber yapmak suçmuş gibi…

Erdoğan iktidarı, böylesine büyük ulusal felaket karşısında bile bildiğimiz gibi davranmaktan vazgeçmedi. Toplumu bilgilendirmek yerine yine sosyal medyayı dert edindi kendisine. Fahrettin Altun, Elon Musk’ı da etiketleyerek “Twitter’dan sorumlu tutum bekliyoruz” yazıp “Dezenformasyonu bize bildirin” çağrısı yaparken RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin de TV’leri tehdit etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise “defter tuttuğunu” söyleyerek parmak salladı.

Aslında bu tutum tam da “Kenan Evren sendromu”. O da üç beş kişinin yaydığı söylentiyi mitinglerde höykürür, yaptıklarının üzerini örtmeye çalışırdı. Bugün iktidarın sadık sözcüleri de Evren gibi gerçeğin öğrenilmesini ve eleştirilerin dile getirilmesini önlemek istiyor. Bu yüzden birkaç yalan yanlış paylaşımı gerekçe gösterip Twitter’ı kesintiye uğrattılar; mağdurların o mecradan yardımlaşmasını ve imdat çığlıklarını duyurmasını engellemeyi dahi göze alabildiler.

***

Resmi açıklamaların itibarı

“Sadece resmi açıklamalara itibar edin” çağrılarının karşılığını iktidar medyasında ilk andan itibaren gördük. 1999 depremi karşılaştırmasını, kurtarma çabalarını, insan öyküleri ve yardım kampanyalarını, acının pornografisini öne çıkaran, yüzyılın felaketi, kader ve sabır sözcükleriyle özetlenebilecek “Mevlam ne eylerse güzel eyler” yayıncılığıydı yaptıkları. Ne iktidarın ülkeyi beklenen depreme hazırlamamış olma sorumluluğundan söz ediyorlardı; ne de kurtarma ve yardım organizasyonlarındaki gecikmeden, yetersizliklerden.

Depremin gazetecilik açısından ikinci dersi, resmi açıklamaları izlemek ama sadece onlara itibar etmemek olmalı. Resmi açıklamalara bakılsa ilk andan itibaren yıkılan her binaya ulaşılmıştı ve arama kurtarma faaliyetleri eksiksiz yürütülüyordu!

Bereket çözüm odaklı gazeteciler bu açıklamalara itibar etmeyip sahayı araştırdıkları için eksikler, yanlışlar yazıldı da kurtarma ve yardım organizasyonları üçüncü günden itibaren toparlanmaya başladı. Erdoğan bile sonunda “İlk gün sıkıntı yaşandı”, “Hiç şüphesiz eksiklikler olabiliyor” demek zorunda kaldı.

Bu gelişmede bağımsız ve eleştirel medyanın yanı sıra iktidara yakın medyadan habercilerin de gözlemlerini saptırmadan dile getirmelerinin katkısı büyüktü. Tabii vatandaştan uzak duran, eleştiriyi duyunca mikrofonu çevirip kaçan, sadece kurtarma çalışması yayımlayan muhabirler de gördük. Ne yazık ki, halkın sesi olmayı reddeden bir gazetecilik öğretiliyor onlara.

Kimi de içselleştiriyor bu tarzı. Özünde isyan ve itiraz mesleği olan gazeteciliği resmi açıklamaları aktarmaktan ibaret sanıyorlar. Soru sormuyor, söyleneni aktarmakla yetiniyorlar. Dikkat ettim, basın toplantılarında AFAD yetkilisi Orhan Tatar ile Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’a neredeyse hiç soru sorulmadı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’a birkaç soru yöneltildi ama yanıtını bilmediği anlaşılmasına rağmen üzerine gidilemedi.
Yetkilileri sorgulayamayan, vatandaşa mikrofon uzatmayan bu gazetecilik, şov söz konusu olunca epeyce cevvaldi. Örneğin bir muhabir, canlı yayında enkaza çıkıp bir görevliye mikrofon doğrultabildi. O enkazın altındaki insanların yaşamını tehlikeye atıyor olabileceğini aklına bile getiremedi. Ona öğretilen bu çünkü. Zaten stüdyodaki ağabeylerinden de “Aferin” aldı.

Elbette bu felaketten çıkarılacak daha çok gazetecilik dersi var, incelemeye devam edeceğiz.

***

kamera-bacaklarimi-cekse-titredigimi-gorursunuz-1130905-1.

Yaşamını yitiren meslektaşlarımız

Ana haber programını sunarken “Kim bunun sorumlusu? Kader mi, tabiat mı? Hayır, bunun sorumlusu mühendisidir, onay verendir, kimse kıvırmasın” diyen Dilara Gönder, Show TV’den istifa etmek zorunda kaldı ama vicdanlı gazetecilik örneği verdi. Aynı şekilde NTV’de Seda Öğretir’in, uzman konuğuna “Ne yani mukadderat mı diyeceğiz? Olmaz böyle şey” itirazı da habercinin haklı isyanını yansıtıyordu.

Gazetecilerin insan yaşamını öncelemesine dair değerli örnekler de gördük. VOA’dan Mahmut Bozarslan’ın kamerasını, enkazın altına bakabilmeleri için kurtarma görevlilerine vermesi, bir muhabirin elindeki sandviçi depremzedeye vermesi böyle örneklerdi. Başka bir örnek de Habertürk’ten M. Akif Ersoy’un Hatay’da kurtarma çalışmalarında aydınlatma olmadığını göstermek için canlı yayında spotları kapattırmasıydı.

Velhasıl deprem bölgesinde görev yapan bütün meslektaşlarımız canla başla çalıştılar; kimi zaman sağ kalanlara ulaşılmasını aktarıp onlarla birlikte gözyaşı döktüler, kimi zaman da eksiklerin giderilmesini sağlamak için türlü zorlukları göze aldılar. Orada gecesini gündüzüne katan, ruhunu satırlara, sözcüklere döken tüm gazeteci arkadaşları içtenlikle kutluyorum.

Ne yazık ki, bu depremde yaşamını yitiren meslektaşlarımız da oldu. Başımız sağ olsun. Dicle Fırat Gazeteciler Derneği, Türkiye Gazeteciler Federasyonu ile Küresel Gazeteciler Konseyi’nin de katkısıyla toparlayabildiğim kadarıyla bu depreme gazeteci, medya sahibi, programcı ve yazar olmak üzere medya dünyasından tam 23 meslektaşımız yaşamını yitirdi:

Ayşe Figen Arlı (İskenderun Ses), Aziz Çevlik (Manşet / K. Maraş), Burak Alkuş (Adıyaman Ses), Burak Milli (AA / Hatay), Gökhan Aklan (İHA / Hatay), Hidayet Özdemir (Gazeteci -Yazar/Adıyaman), İskender Korkut (Mercan TV/Adıyaman), İzzet Nazlı (DHA/Hatay), Kemal Öner (Adıyaman Telgraf), Meltem Özgen (TV sunucu/Adana), Muhammed Akan (Adıyaman Haber) Mustafa Yüzbaşıoğlu (Bugün / K. Maraş), Neşet Alkan (Haber Ekspres/Hatay), Ruhi Akan (Jet Haber/Adıyaman), Yunus Emre Doğan (Mercan TV/Adıyaman), Zübeyir Pektaş (Halkın Sesi / Adıyaman), Fatih Bayın (Radyo Tek / Adıyaman), Fatih Nalbantbaşı (Maraş Medya Merkezi), Erhan Yılmaz (23 Temmuz / Hatay), Hasan Seid OKAY (Antakya Gazeteciler Cemiyeti Üyesi / eski gazeteci), Mehmet Tekin (Antakya Gazeteciler Cemiyeti’nin de kurucu üyesi/yazar), Haluk Arlı (Eski gazeteci/ Hatay), İsmail Hakkı Koçak (Mercan TV/ Adıyaman), Yaşar Hamurcu (Emekli gazeteci /Adıyaman), Mehmet Ünsal (Güne Bakış / Mizanpaj / Adıyaman), Aynur Göksu (Güne Bakış / Editör / Adıyaman), Zafer İnli/ Hatay Söz gazetesi /Hatay), Ayhan Gümüşsoy (Haykırış Gazetesi/ Beyzade FM/TV / Hatay), Rafi Sümbültepe (Arsuz Gazeteciler Cemiyeti Başkanı/ Hatay), İsmail Karaoğlan (Antakya gazetesi/ Yazar / Hatay), İ. Barış Can Tabakçı (Anadolu Haber Ajansı/ Adıyaman), Fatma Erdoğan (Nurdağı Gazetesi/ Grafiker/ Gaziantep).

Ayrıca TGC İskenderun Temsilcisi Akın Bodur da enkaz altından yaralı olarak kurtarıldı, halen hastanede tedavi görüyor. Umarım tez zamanda sağlığına kavuşur.

***

Böyle gazeteci dili olamaz

Ne yazık ki, iktidar medyasında depremzedelerin arama ve kurtarma faaliyetlerine yönelik itirazlarını dile getiren gazetecileri hedef alan haberler de yayımlandı. Sabah gazetesi, “İsmail Saymaz’a depremzededen provokatör tepkisi” başlıklı haber yayımlayarak hedef gösterdi. Bütün “suçu” da “Hatay koca bir enkaz çadırlar dağıtılamadı, konteynerlar kurulamadı” demesiydi!

Türkiye gazetesinde yazan Yılmaz Bilgen’in “Sabotaj timleri sahaya sürüldü” başlıklı haberindeki şu cümle metnin tümüyle ilgili fikir verecektir:

“Gazetemizin ulaştığı bilgilere göre, sıcak noktalara yönlendirilen provokatörlerin ‘göçük altında yakınım var, kimse ilgilenmiyor’ ve benzeri yalanlarla kitleleri kışkırtabileceği gibi, sağlıkçı, yardım gönüllüsü ve jandarma, polis kıyafeti ile de ortaya çıkabileceği belirtiliyor.”

Türkiye, bu haberin devamını ertesi gün de “Provokasyon timleri sahada” diye manşete çıkardı. Asgari habercilik kurallarına dayanmayan, kaynağı belirsiz bu haberlerle arama kurtarma faaliyetlerini eleştiren herkes “provokatör” olarak damgalandı. Böyle bir gazetecilik dili olamaz.

Falcılara prim veren kopyacılık

Özellikle internet gazeteciliğinde yeni moda, sosyal medyadaki bir paylaşımı hiç sorgulamadan kopyalayıp tek sözcük eklemeden haber yapmak ve kim önce yaparsa oradan aynen kopyalamak.

6 Şubat sabahı, depremin ilk şokunun yaşandığı saatlerde sosyal medyada aniden Frank Hoogerbeets adlı kişinin 3 Şubat’taki “Eninde sonunda bu bölgede (Güney-Orta Türkiye, Ürdün, Suriye, Lübnan) deprem olacak” paylaşımı dolaşıma girdi. “Deprem kâhini, Maraş depremini üç gün önceden bilmiş” diyen paylaşımlar, hemen aynı başlıkla onlarca sitede haber oldu.

Halbuki bu kişi deprem uzmanı olmadığı gibi, yıldızların dizilimine bakarak deprem tahmin edilemez. Hoogerbeets’in haritada işaretlediği yer de depremin merkez üssü olan Pazarcık değil. Kaldı ki, Türkiye’den yer bilimciler bu fay hattında deprem olacağını yıllardır açıklıyorlar. Hatta Prof. Dr. Naci Görür de 3 Şubat’ta paylaşımda bulunmuş, “Çelikhan-Erkenek-Maraş kesiminden endişe ediyoruz" diye yazmıştı. Pazarcık da tam bu hattın üzerinde.

Benzer bir sosyal medya kopyacılığı da “Türkiye’nin Pazarcık depreminden sonra üç metre kaydığı” haberlerine yol açtı. Bu haberler de yine hiç sorgulanmadan sosyal medyadan kopyalanmıştı. Aslında İtalyan yer bilimci Carlo Doglioni, Anadolu levhasının tamamının değil, faya bitişik hacmin üç metre yer değiştirdiğinden” bahsetmişti!

Gerçi Doglioni sonra açıklama yaptı, sözlerine açıklık getirdi ama birçok TV yorumcusu bile “Türkiye’nin 3 metre kaydığını” söylemeye devam etti. Çünkü düzeltmeleri görmemişlerdi. Görüldüğü gibi yanlışı yaymak kolay ama düzeltmek çok zor. O nedenle hiçbir haber kontrol edilmeden yayına verilmemeli. Zaman ve hız gerekliliği de yanlışa gerekçe olamaz.

Acıları travmatize etmeyelim

Oksijen gazetesi, depreme dair çarpıcı fotoğraf karelerini yazarlara yorumlatmıştı. Sosyal medyada büyük tepki gelince Tuna Kiremitçi, Ayfer Tunç, İsmail Güzelsoy ve Buket Uzuner özür dilediler; gazete yönetimi de “eleştirileri saygıyla karşıladıkları” açıklaması yaptı.

Aslında deprem felaketiyle ilgili edebi yazılar yazılmasında, edebiyatçıların depremi sembolize eden fotoğrafları yorumlamalarında sakınca yok. Elbette yapılabilir.

Ancak büyük, çok büyük bir yara var orta yerde, henüz açık ve kanıyor. Yara kanarken böylesine duygusallık dozu yüksek edebi yazılar, acıyı daha da travmatize edebilir. Nitekim insanların tepkileri de böyle bir etki yarattığını gösteriyor. Çok erken, çok zamansız olmuş edebiyatçılara deprem fotoğraflarına romantik satırlar döşetmek.

Önemli bir sorun da bu yazılara “fotoğrafların dili olmadığı” gerekçesiyle ihtiyaç duyulduğunun ifade edilmesi. Bu sav çok yanlış. O fotoğrafların dili olmasa bu kadar etkili olmazdı. Üstelik de seçilen fotoğraflar, büyük felaketi küçücük bir karenin içinden yansıtan, binlerce sözcükten daha etkili konuşan fotoğraflar. İnanın bugün yazılanların çoğu unutulacak ama o fotoğraflar, yaşadığımız felaketin acısını gelecek kuşaklara anlatmaya devam edecek.

İkincisi de gazete ve sosyal medyadaki sunumun empatiden uzak üslubu. Tuna Kiremitçi’nin de dediği gibi, “Pazarlamacı dil çok itici olmuş. Zaten tepki gösterenlerin de neredeyse tamamı gazetedeki, yazıları okumadan görmeden bu paylaşıma dayanarak tepki gösteriyor.