Kameranın sihirli dünyasını yaratanlar: Görüntü yönetmenlerinin hikâyesi
BirGün Pazar’a konuşan ödüllü görüntü yönetmeni Vedat Oyan "bizler için maalesef bu çalışma koşullarının yetersizliği, sağlıklı çalışma koşullarının oluşturulamaması durumu bir sorun" diyor.

Emine Uçar İlbuğa - Prof. Dr.
Uzun yıllar sinema araştırmalarının merkezinde filmler, filmleri üretenler, oyuncular, filmlerin içeriği, türü, film eleştirileri geleneksel sinema tarihi çalışmalarının merkezinde yer aldı. Ancak bir ekip işi olan sinemanın kamera arkasında yer alan görüntü yönetmeni, sanat yönetmeni, kurgu vb gibi filmin çekiminden bitimine kadar olan süreçte önemli görevleri üstlenen devasa ekip, filmlerin gösterildiği mekânlar, izleyiciler ve sinemaya gitme pratikleri, sinema salonlarının sosyal-kültürel yaşamdaki önemi ana akım ve geleneksel tarih yazımında yer bulamadı.
Buna karşın son yıllarda sinemayı bir bütün olarak gören, bir filmin üretiminin her aşamasında yer alanlar, gösterim mekânları, izleyiciler, filmin üretildiği dönemin siyasi koşulları gibi, finansal boyutunu dikkate alan sözlü tarih çalışmaları ve etnografik araştırmalara dayalı yeni sinema tarihi çalışmalarına ilgi artmaya başladı ve filmleri şekillendiren tüm süreçlerin aslında sinema tarihinin önemli bileşkenleri olduğu anlayışı önem kazandı. Sinema teknik gelişmelere bağlı olarak gelişen, dönüşen bir sanat dalı olarak her dönem teknolojideki gelişmelerle önemli kırılmaları da yaşayan bir sanat dalı oldu.
Bugün dijital teknolojideki gelişmeler sinemanın üretiminden, dağıtımına, gösteriminden izleme pratiklerine daha büyük bir dönüşümü talep ediyor. Artık bir filmin üretim sürecinde dijital teknoloji oyuncudan, görüntüye, ses, efekt, mekân yaratımı gibi filmsel mizansenin oluşturulmasında çok farklı dijital yeterlilikleri gerekli kılıyor. Özellikle sinema tarihindeki teknolojik gelişmelerle görüntü yönetmenliği üzerinden yaşanan değişim ve dönüşümü en iyi açıklayan Christopher Kenneally’nin Side by Side adlı belgeselini burada anmak gerekiyor. Keanu Reeves’in hem yapımcılığı hem de anlatıcılığını üstlendiği bu belgesel film; görüntü yönetmenleri ve yönetmenlerin analog film üretiminden dijital sürece geçişini hem film örnekleri hem de farklı dönemlerde filmleri çeken görüntü yönetmenleri ve yönetmenlerin deneyimlerine dayanarak, bu süreçte neleri başardıkları, bu gelişmelere nasıl tepki gösterdikleri ve bu yeniliklerin onları nasıl yeni yeterlilikler edinmeye ve yeni arayışlara ittiğini ortaya koyması bakımından önemli bir arşiv niteliği de taşıyor. Bugün ise yeni kuşak sinemacılar çoğu zaman analog sinemayla tanışmadan dijital sinema teknolojisi içinde sinema sektöründe profesyonel olarak yer alıyorlar.
Görüntü yönetmenliğini meslek olarak tanımak ve görüntüsel imgelerin yaratılmasında en önemli rolü üstlenen görüntü yönetmenlerinin tüm bu gelişmelerden nasıl etkilendiğini 12. Boğaziçi Film Festivali kapsamında, Kayıtsız filmi ile “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödülünü alan Vedat Oyan ile konuştuk.
Görüntü yönetmeni olarak deneyimlerinizden yola çıkarak görev tanımınızı nasıl yaparsınız?
Görüntü yönetmeninin görev tanımı; yönetmenin hazırlamış olduğu metinde yazılı olan her şeyi senaryoya hizmet edecek şekilde resmetmektir. Tüm bunları yaparken de yönetmen ile iletişim halinde olmaları ve birbirlerini iyi anlamaları gerekir. Çoğunlukla setlerde yönetmenlerin temel meselesi oyuncusuna mizansen vermek, yaratmak istediği dünyayı oyunculara, görüntü yönetmenine aktarmak ve görüntü yönetmeni de onun yaratmak istediği mizanseni iyi anlayıp, bunu bütün set ekibiyle birlikte projeye yansıtmaktır. Böyle olunca da ışık ekibi, ses ve set ekibi, makyaj, sanat yönetimi, kostüm gibi çalışma grupları görüntü yönetmeni ile koordineli olarak çalışır. O nedenle görüntü yönetmeni onlarla doğru iletişim kurarak, onları doğru yönlendirerek iyi bir sinemasal evren yaratabilir. Filmin çekimleri bittiğinde bu kez filmin renklendirilmesi aşaması başlar ve en sonunda filmin son halini yönetmenle birlikte sekillendirmiş olurlar.
Görüntü yönetmeni olarak mesleğin sizden talep ettiği bilgi ve teknik yeterliliği üniversite eğitiminde ne kadar alabildiniz? Ya da daha çok alanda mı kendizini mesleki anlamda geliştirdiniz?
Benim şöyle bir avantajım oldu aslında, ben okuldan önce alaylı olarak başladım mesleğe, sonra mektepli olma şansına eriştim. 16 yaşında iken sanat yonetmeni Mustafa Ziya Ülkenciler beni Ertunç Şenkay ile tanıştırdı ve çok kısa da olsa ona asistanlık yapma şansım oldu ve o kısa asistanlık süreci film sektöründe çalışmaya başladığım andan itibaren beni hep besledi. Sonra İletişim Fakültesi, Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nü kazandım ve orada sinemanın farklı kapsam alanları üzerine dönemlik de olsa sistematik bilgiye ulaşma olanağım oldu. Zaten okulda görüntü yönetmenliği dersi dahi olsa okulda yeteri kadar teknik ekipman ve teknik dersleri verecek eğitici sorunu var. Ayrıca teorideki bilgi ile pratikte karşılaşılan konuların çok bambaşka şeyler olduğunu sete çıkınca insan fark ediyor. Ama okulun şöyle bir faydası olabilir, belki sizi bir görüntü yönetmeni yapmaz ama siz eğer bir görüntü yönetmeni olmak isterseniz okul o konuda çok faydalı olabilir. Bir senaryo geldiğinde, okumalarda antropoloji sosyoloji psikoloji bilmek ki bunları da okulda daha sistemli öğreniyoruz, o metni kavramak ve bunu görüntüye dökmek işi çok daha basitleştiriyor, en azından benim için böyle oldu. Çünkü ben hem lisans, hem yüksek lisans eğitimimi sinema üzerine yaptım. Ama şunu da söylemem gerekiyor; bu eğitim süreçlerimde görüntü yönetmeni olmaya dair teknik anlamda bir şey öğretilmedi ama teorik anlamda elbette siz bir şey almak istediğinizde okul onu vermek için gayet yararlı.
Görüntü yönetmeninin resimle, fotoğrafla ilişkisi bağlamında ne söylemek istersiniz?
Aslında benim hikâyem biraz da buradan çıktı. Çocukken resim çizmeyi çok severdim. Hatta resim dışında tüm derslerim çok kötüydü. Televizyon olmayan bir evde, radyoyla büyüdüm ve radyodan dinlediklerimi ya da çevremde anlatılanları resmetmeyi cok severdim. Sektöre başladığımda ise kısa asistanlığım dışında uzun soluklu bir usta-çırak ilişkisi yaşamadım ama resme olan ilgim beni görüntüsel imgeyi oluşturmada çok besledi. Bunun yanında öğrenciyken de mezun olduktan sonra da bu alanda usta diye tanımladığım görüntü yönetmenlerinin ve yönetmenlerin söyleşilerini izleyip, dinlediğimde aslında bizim resimle çok iç içe olmamız gerektiğini fark ettim ve o yolda ilerlemeye devam ettim. Bir kompozisyon yaratmada ve ışık kullanımı açısından Petrus Van Schendell, Van Gogh, Utagawa Kuniyosi, Katsushika Hokusai, Carravaciio, Rembrandt gibi isimlerden çokça besleniyorum ve bir filme başladığımda, dönüp bu ressamların çalışmalarına bakma gereği duyuyorum. Ama bire bir referans almayı hiçbir zaman tercih etmedim, çünkü o resimlerde yaratılan ve önümdeki senaryoda anlatılmak istenen mesele kimi zaman uyuşmayabiliyor. Görüntü yönetmeninin resim ve fotoğrafla ilişkisinin her zaman iç içe olduğunu düşünüyorum.
Sinemada teknik gelişmelere bağlı olarak sürekli kırılmalar yaşanıyor. Görüntü yönetmenlerinin bu kırılma dönemlerinde film üretim sürecinin dışına düşmemeleri için neler yapmaları gerekiyor? Yapay zekâ ve dijitalleşmedeki hızlı gelişmeleri takip edebilmek iş koşullarınızda mümkün mü?
Şöyle, kamera ve lensler sürekli değişiyor ve değişmeye de devam edecek. İlk dönem filmlerde kullanılan teknik ekipmanlara baktığımızda kamera olsun, set araçları olsun şu an ilkel diye tanımladığımız teknikle çekildiler ve biz hâlâ o görselleri esas alıyoruz, hâla onlara bakmaya devam ediyoruz. Carl Dreyer gibi yönetmenler bugün hâlâ yeni kuşak yönetmenleri etkilemeye devam ediyor. Şu an teknolojinin bu kadar gelişmiş olmasına rağmen hâlâ o yönetmenlerin filmlerini izliyor ve onlardan etkileniyoruz ki bunu sadece eskiye özlem duymakla açıklayamayız. Bu bütünüyle oradaki yaratıcılıkla ve hayal dünyasını gerçekleştirme çabasıyla ilgili. Günümüze gelirsek elbette görüntü yönetmenlerinin ya da görüntü yönetmeni olmak isteyenlerin bütün bu değişimlere açık olması gerekiyor. Artık biz internet çağındayız ve bu çağda insanlar, istediği bilgiyi istediği şekilde kolaylıkla elde edebiliyor. Dolayısıyla bu alanda çalışanlar bu teknolojik gelişmeleri sürekli takip ederek, kendilerini yenileyebilir ve güncelleyebilirler. Biz çağa ayak uydurmak zorundayız. özellikle Türkiye'deki film yapımcılarını kastediyorum, dünyada kullanılan herhangi bir lensi bundan 10-15 yıl öncesinde hatta çok eskiye gitmeye gerek yok, yeni çıkmış bir lensi 1 ya da 2 yıl sonra ancak bize getirebiliyorlardı. Ama şimdi İngiltere, Japonya ya da Amerika'da üretilen bir lensi 3-5 ay gibi kısa bir zamanda buraya getirebiliyorlar ve biz onları kullanabiliyoruz. Bu biraz da arz taleple ilişkili bir şey. Görüntü yönetmeni eğer güncelliğini koruyamazsa, takiplerini yapamazsa, o ekipmanlar da Türkiye'ye gelmez. Biz talep ederiz kamera şirketlerinden onlar da bizim talep ettiğimiz şeyleri yurtdışından satın alıp, burada kullanıma açarlar. Yapay Zekâ konusu birazda hepimizin korkulu rüyası maalesef. Birçok alanda chatgbt’den destek alınıyor, hatta senaryo yazdırılmasının da söz konusu olduğu söyleniyor. Bana yapay zekâya bir tema verip, senaryo yazdırılması ve sonra onun filme çekilmesi korkutucu geliyor. Ama görüntü yönetmenlerinin yapay zekâ ile ilişkileri konusunda şunu söyleyebilirim; yapay zekâ aracılığı ile görüntünün yaratılmasında, kurgulanmasında, yazılımında yine bir insana ihtiyaç var, yapay zekâyı yine yönlendiren, o promptları yazan elbette insan. Bu nedenle gelişen teknolojiye karşı gelmekten ziyade, yapay zekâ ile uyumlu çalışabilmenin koşullarını öğrenmeliyiz, çünkü dünya değişiyor, insanlık değişiyor, yakın takibinde olmamız gerekiyor. Sinemaya ses geldiğinde de renk geldiğinde de önce karşı çıkanlar oldu ama sinema bugün dönüşerek devam ediyor.
Görüntü yönetmeninin Türkiye'deki iş koşulları onların yaratıcılığına nasıl yansıyor (olumlu ve olumsuz anlamda)?
Avrupalı meslektaşlarımızla çalıştığımızda duyduğumuz birşey var; “siz Türkiye'deki görüntü yönetmenleri çalışkan ve çok hızlısınız.” Bu ne yazık ki onların nezdinde böyle görünüyor ama bizim açımızdan zor koşullarda çalıştığımız için hem hızlı hem de yaratıcı olmamız gerekiyor. Bizde iş koşulları üzerinden baktığımızda imkânlar kısıtlı ve zaman çok az. Aslında bir sinema filminin senaryosu önümüze geldiğinde aşağı yukarı en az 1-2 ay ön hazırlık olması lazım. Ön hazırlığın iyi yapılması, işin kavranması, mekânlarda bir iki test çekimlerine zaman olması, planlar ve kostümlere karar verilip, bunlarla ilgili şirketlerin ayarlanması gerekir. Böylece yanılma payınız gittikçe azalır ve bu da sizin hızınızı artırır. Ama ne yazık ki ülkemizde ön hazırlık dedikleri kısım çok kısa tutuluyor. Oysa bir yıl öncesinden o proje size gelse; ama o zaman size ücret ödeyemedikleri için, kimi zaman da ödemek istemedikleri için bu süreyi 1- 2 haftaya indiriyorlar. Ama ben eğer bir işim yoksa ücret almadan 1-1,5 ay öncesinden projenin ön çalışmalarına katılmaya gayret gösteriyorum. Sonuç olarak teknik yetersizlik ve bütçenin yokluğu ya da azlığı ister istemez sizin yaratıcılığınızı geliştiriyor ve bu bir avantaja dönüşüyor. Ama konforlu bir sete gittiğinizde de bu tip sorunlarla karşılaştığınızda “sorun değil, ben bunu çözebilirim” dediğinizde bu durum karşıdakilerde bir güven duygusu oluşturuyor. Tabii ki bizler için maalesef bu çalışma koşullarının yetersizliği, sağlıklı çalışma koşullarının oluşturulamaması durumu bir sorun.
Görüntü yönetmenleri derneği ve diğer sendikal örgütlülüklerin iş hakları ve mesleğin sorunları konusunda ne tür çalışmaları var?
Açıkçası sektörde herkesi kapsayan bir sendika var: Sinema TV Sendikası, Sine-Sen gibi. Ayrıca bizler görüntü yönetmenleri olarak Görüntü Yönetmenleri Derneği adı altında toplandık. 2014 yılında kurulan bu dernek, 2011 yılından bu yana farklı ad ve topluluk olarak faaaliyet gösteriyordu. Dernek görüntü yönetmenlerinin birbirleriyle dayanışma içinde olduğu bir yer. Ayrıca meslektaşlarımızla whatsapp ve mail uzerinden de sürekli iletişim halindeyiz. Derneğin ve sendikaların bizim için birçok avantajı var. En büyük avantajlardan biri bir sette bir haksızlıkla karşılaşıldığında bu bir hakaret, hak kaybı ya da mobbing olabilir, bunu dernek ve sendikalar üzerinden paylaşıp, bir çözüm arayışına ya da beraber bir tepki geliştirme yoluna gidebiliyoruz. Aynı zamanda edindiğimiz mesleki bilgilerimizi de birbirimizle bu ortamlarda paylaşıyoruz.
Bir görüntü yönetmeni olarak bir sinema filmi projesi size geldiğinde bir iş akışı planı çıkartın desem, nasıl bir plan yaparsınız?
İlk önce bir senaryo geliyor, biz bu senaryoyu okumak için bir süre izin istiyoruz, senaryoyu okuduğumuzda hikâyeyi duygu olarak hissedebiliyorsak, teknik ve anlatı bakımından bizim yapabileceğimiz bir hikâye ise bunu kabul ediyoruz. Daha sonra yapımcı ve yönetmenle toplantılarımız oluyor, senaryo üzerine konuşuyoruz, senarist de bu toplantıda oluyor çünkü senaryoda kafamıza takılan ya da eksik gördüğümüz, teknik anlamda anlamadığınız herhangi bir şey varsa onlara ilişkin sorularımız oluyor. Bu sorunlar aşıldığında beraber el sıkışıp, fikirlerimiz de uyuşuyorsa ve birbirimize inanıyorsak çalışmaya başlıyoruz. Bir sette görüntü yönetmeni ve yönetmen ilişkisi çok mühim bir şey, sette biri düşünce diğeri onun elinden tutuyor, diğeri düşünce diğeri tutuyor çünkü birbirinin arkasını sürekli toplayan bir birliktelikten bahsediyoruz. Sonra tabii ki maddi şeyler konuşuluyor, sonra da yönetmen, kimi zaman senarist ya da yapımdan sorumlu birkaç kişi beraber mekân bakmaya gidiyoruz. Mekâncı denilen kişiler var ve onlar da önceden bir ön keşif yapıyorlar ya da yönetmenin yazdığı senaryoda betimlediği bir yer-mekân vardır elbet ama bizim de o mekânı görmemiz gerekiyor, ardından teknik bir mekân gezisi olur; sahneleri nerede çekeceğiz, planları nasıl tasarlayacağız? Kimin nereden geleceği, nerede duracağı, atmosferin nasıl olacağı, yönetmenin orada nasıl bir biçim izleyeceği vs bunlar tartışılıyor. Bunlar bittikten sonra yönetmenle ilişkili belli bir görevimiz sonuçlanıyor, daha sonra kamera ve lens testlerine başlıyoruz. Bir filme başlamadan doğru görüntüyü sağlayabilmek ve doğru resmi oluşturabilmek adına ben açıkçası her film öncesi yeniden test etme ihtiyacı duyuyorum. Böylece aşağı yukarı film bittiğinde yakalayabileceğiniz renk skalası belli olur. Bir sete çıktığımızda bu yapmış olduğum testler sayesinde hata payımız neredeyse %10-15’e tekabül ediyor, o da genellikle hava koşulları vs gibi bizim dışımızda olan nedenlere bağlıdır. Biz görüntü yönetmenleri olarak provaları izlememiz gerekiyorsa ve bizi çok ilgilendirecek şeyler varsa ki ben eğer vaktim varsa bütün provaları izlemeyi çok istiyorum, tüm diyalog provalarına girerim, orada oyuncuları ve yönetmen ilişkisini izlerim, mekânı, yapılan jestler, mimikleri orada görüp, oradan kendime paylar çıkarıp, notlar alır ve sete hazırlanmış olarak giderim. Film çekerken de her plan, her renk için asistan veya ekipten bir çalışma arkadaşımızdan ipad aracıyla plan plan, fotoğraf fotoğraf renklendirme yorumları alırım. Ben ve yönetmen ya da yapımdan herhangi bir kişi bunlara bakarak ilerleriz. Benim çalışma stilim bu şekilde. Böylece bir hata olduğunda ânında müdahale etmek mümkün oluyor.
Görüntü yönetmenliğini hedefleyen sinema öğrencilerine neler önerirsiniz?
Bu konuda bir şey önermek yerine yaptıklarımdan hareketle birkaç şey söyleyebilirim. Sosyoloji, psikoloji, felsefe bilmeden, iyi bir okuyucu olmadan, resimle, fotoğrafla ilgilenmeden bir kere sinemacı olunamaz. Bir defa resim sanatı ile ilgilenilmeli, bizim işimiz biraz daha teknik olduğu için çok çalışmak, iyi bir izlenimci olmak lazım, hayata dair her şeyi ve ışığın düşüş saatlerini çok iyi bilmek, onu hissetmek ve onu anlayabilmek gerekir. Ve tabii ki olmazsa olmaz olan yenilikleri takip etmek ve sektörde çalışarak deneyim kazanmak gerekir.
16. Boğaziçi Film Festivali’nde bu yıl Kayıtsız filmi ile En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü’nün sahibi oldunuz. Bu ödül size nasıl bir sorumluluk getirdi?
Ödül nedeniyle çok sevdiğim bir görüntü yönetmeni arkadaşım “ne yapıyorsun en iyi ödüllü görüntü yönetmeni” diye aradı beni. Ben de “ne yapayım ağabey” dedim “dün de fırında ekmek kuyruğundaydım bugün de ekmek kuyruğundayım, sıcak bir ekmek alıp, evime gidip, kahvaltımı yapacağım, bir şey değişmedi hayatımda” dedim. Yani ödülün bende bıraktığı sorumluluktan ziyade film yapmanın zamanla ben de bıraktığı bir sorumluluk var. 2016’da şu filmi çektiysem, 2017’de onun altında bir film yapmamayı tercih ettim. Bu 2025 yılı içinde aynı olacak. Hiçbir zaman kimsenin ne yaptığıyla ilgilenmiyorum, hangi görüntü yönetmeni ne yapmış, hangi film ne olmuş ama filmleri iyi bir izleyici olarak dikkatle izlerim ve kendime göre paylar çıkartırım. Bunun dışında ben kendimle bir kavga halindeyim ve yaptığım her filmde yapmış olduğum hataları görmeye çalışıyorum. O nedenle eksiklerimi her defasında görüp, o eksiklerimi gidermek ve bir dahaki filmde yeni eksikliklerimle tanışmaya çalışıyorum. O yüzden her çektiğim filmde yeni şeyler öğreniyorum.