Zamanını, usulünü, sistemini, kurallarını, yasaklarını bizzat Erdoğan’ın tayin ettiği, tüm süreçleri denetleyecek müfettişlerini dahi onun atadığı bir seçimi daha elbette ki Erdoğan kazandı. Özellikle son beş yıldır ülkeyi “yönetmekten” ziyade yalnızca kendi ikbali uğruna “hükmettiğinin” açıkça görüldüğü bir dönemin ardından, ekonomik göstergeler ortadayken, yaşadığımız afetler, ifşa olan yolsuzluklar, mevcut rejimin herkesi sürüklediği alelade felaket herkesçe bilinirken yaptı bunu. Seçim süreci boyunca koca ülkenin tüm olanaklarını kullanarak, devlet organlarını ve egemen medyayı kendi kara propagandasına alet ederek, montajlı videolarla, kendisi cümle aparatıyla hudut tanımaksızın her yerde at koştururken karşısındaki tüm muhalif sesleri kısarak, karşısındaki en hukuki itirazlara bile omuz silkerek yaptı bunu.

Onu vitrine koyup, küpünü dolduran çıkar grupları, “nasıl da kandırdık ama” diye sevinen o sinsi burjuva hizipler, onların kirli ideolojilerinin şakşakçılığını yapan uzantıları, saray sofrasından ziftlenen haramiler, rantiyerler, torpilliler, en ufak kayırılmayı altın madalya sanan safdiller ve sırf Erdoğan temsilinde cehaletine övgüler düzüldüğü için bayram eden bir kısım romantik 28 Mayıs gecesi çılgınca zafer kutlamaları yaptı. Diğer tarafta ise diktatörlüğü kabul etmeyen halkın “en az yarısı”, Erdoğan’ın çatallı diliyle mürtet kılınmış, ötekileştirilmiş, tüm demokratik çıkış arayışları “yalanlarla” boşa düşürülmüş, el terazi göz mizan sonuçları kabul etse de artık ciddi ciddi “başka ne denemesi” gerektiğini düşünmeye başlayan yarısı ise uğradığı haksızlık karşısında yumruğunu sıktı gece boyu.

Haliyle insan sormadan edemiyor: Bu sonuçlara sevinen iktidar sarhoşu avareler acaba karşılarında bulunan potansiyelin farkında mı? Hukuksuzca aday gösterip vitrine koydukları o yaşlı ve hasta adamın iktidarı pahasına kantarın topunu memleketin yarısını “terörist” ilan edecek kadar kaçırdılar zira. Şu ya da bu şekilde “muhalif” olmak “terörist” olmakla eş tutuldu aylardır. Başvurdukları bu çirkinliğin sosyolojik bir bedeli olacak elbet. En basitinden, her şeye “terör” diyenler bundan sonra “teröre” ne diyecekler acaba? Aylardır “terör de terör” diye aldattıkları kısıtlı kamuoyundan gayrısını “terör” konusunda nasıl ikna edecekler bundan sonra?

***

Erdoğan diktası bir Babil kulesi yarattı memlekette, diller karıştı, bir kesim diğerinden onu dinlese de anlamayacak ölçüde uzaklaştırılmak istendi gün be gün, diğer taraftan diktaya karşı durmak da yekûn toplumsal muhalefetin ortak diline dönüştü, en az Gezi direnişinde boy gösteren kadar mozaik bir toplam, birbirinden farklı nedenlerle ve farklı şekillerde de olsa aynı utkuda bütünleşti. Övülecek bir manzara yok ortada elbette ki, ancak bu negatif sürecin önümüzdeki süreçte de direnmeye kararlı olanlar için göz önüne alınması gereken hisseleri de var:

Evvela toplumun yarısı sosyalist sol ile Kürt hareketinin -en azından 10 Ekim’den bu yana-yaşadıklarını bilfiil tecrübe etti. Kimseye bir şey anlatmaya, insanları ikna etmeye bile gerek kalmadı. Başvurdukları tüm demokratik süreçler iktidar eliyle tıkanan, kurdukları siyasi partiler “terör” bahanesiyle kapatılıp duran, egemen medya tarafından sürekli hedef gösterilen, seçtikleri belediye başkanları yerine kayyumlar atanan Kürt hareketinin “demokrasi travması” bu süreçte küllen muhalif Türkler tarafından da hissedildi. Buna rağmen adına “Kürt düşmanlığı” denen gafletin Türkiye’de egemen sınıf tarafından proletaryaya ne denli zerk edilmiş olduğu ve rejimden şikâyet eden pek çok insanın dahi “terör” söylemine aldanarak Kürt hareketiyle yan yana gelmek istemediği de görüldü. Dolayısıyla -yıllardır savunduğumuz üzere- Türkiye sosyalist solunun öncelikli işinin bu dinci-milliyetçi ideolojik kasveti kırmak olduğu, bir an evvel Kürt hareketinin “sırtından inerek” genel anlamıyla Türkiye proletaryasına ciddi bir ilgi göstermesi gerektiği acil bir mesele olarak önümüze çıktı.

Yanı sıra kendi çıkarları için “domuz bağı ittifakına” koşar adım giden milliyetçi oluşumların ne denli ikiyüzlü oldukları çok büyük bir kamuoyu tarafından açıkça gözlemlenerek iyiden iyiye anlaşıldı. “Alçakların son sığınağının” son ampirik tecessümü Sinan Oğan sayesinde hem de…

Dahası “demokrasi” kavramının sandığa kilitlenmemesi gerektiği, hele ki böylesine eşitsiz bir yarış söz konusu iken salt seçimlere odaklanan siyasi hak arayışlarının ne denli aciz olduğu bir kere daha ortaya çıktı.

***

Bir de değişim arzusunun dehşetengiz boyutu ortaya çıktı. Öyle ki Erdoğan bile seçim söylevlerinde “istikrar” nosyonu yerine “yeni dönem”, “Türkiye yüzyılı” gibi değişim vaat eden sözcülerle konuşmak zorunda kaldı. Gelgelelim onun boş vaatlerinin reel deneyim tarafından yalanlanmasının uzun sürmeyeceği de seçimin daha ertesi günü yapılan zamlarla belli olmaya başladı. Bugün için, ama sadece bugün için aç it fırın yıkmadı, fakat sabun köpüğü beka söylemiyle, “terör” tantanasıyla Erdoğan’a oy vermeye manüple edilen kitlelerin motivasyonunun “geçici” olduğu ve tahmin edilenden bile hızlı bir kopuş yaşanabileceği ihtimali de azımsanacak ölçüde değil.

Haliyle, sırf seçimi kazanmak için kantarın topunu ülkenin yarısını dışlayacak ölçüde kaçıran iktidar mümessilleri başlarına nasıl bir bela aldıklarının farkında bile değiller! Devlet etmenin şevkiyle ve imtiyazlarının sarhoşluğuyla orta yerde racon keserken, en az Erdoğan kadar “hasta”, daha dün bineceği uçağı bekletip de tepki gördüğünde “seçimi kazandık, çekemiyorsunuz” diyen bakan Nebati kadar gerçeklikten kopuklar. Göreceksiniz, milyonların iradesini hiçe sayıp kendine her şeyi hak görenler, kendilerini memleketteki tüm hayatlar üzerinde tasarruf sahibi sananlar, hele ki bu ülkenin “kurucu ilkesi” olan kadın haklarına karşı çıkanlar o kirli emellerine ulaşamayacaklar. Fakat bunun için yalnızca örgütlenmenin değil, aynı zamanda örgütleyici olmanın fevkalade öneminin bir an evvel anlaşılması gerekiyor.