Büyük sermayenin AKP iktidarına desteği sürüyor. Dış politika onları huzursuz ediyor, bölgesel ve küresel ilişkilerin bozulması sermayenin çıkarlarını zedeliyor, ama ekonomide kimi adımları riskli görseler de önemli bir itirazları yoktur.

Kaosun Frankenstein’ı kimin eseri?
Fotoğraf: AA

Seçimlere çok az bir zaman kaldı. Herkes eteğindeki taşı döküyor. Ortaya çıkan tablo siyasete ve ekonomiye kaotik bir havanın hâkim olduğunu gösteriyor. Bu yazıda konumuz bu ortamda rejimin ve büyük sermayenin durumu, tutumu olsun. Türkiye’de TÜSİAD’da birleşmiş olan büyük sermayenin siyasetle ilişkileri her zaman tartışma konusu olmuştur. Doğrudan kendilerini ilgilendiren konularda hükümetlerle anlaşamadıkları zamanlarda siyasete ilgisini ürkekçe de olsa ifade eden büyük sermaye genellikle sessizliği seçer. Ecevit hükümetine açık muhalefetini tam boy gazete ilanlarıyla ilan eden, hükümetin yıkılmasında aktif rol oynayan büyük sermaye, askeri darbelerin aktif destekleyicisi olmuş, bunu açıklamaktan mutluluk duymuştur. 12 Mart Darbesi’nden sonra etkin sermaye örgütü TİSK’in başkanı olan Halit Narin’in “Şimdi gülme sırası bizde” dediği hatırlardadır. 12 Eylül’den sonra da Koç grubunun efsane patronu Vehbi Koç’un darbe liderine yazdığı destek mektubu da arşivdedir.

Büyük sermayenin iktidarlar hakkındaki olumlu ya da olumsuz tutum ve davranış içine girmesinde garipsenecek bir durum yoktur. Egemen sınıfın, öncelikli olarak kendi çıkarlarını savunan iktidarları koruyup kollaması doğaldır. Kuşkusuz egemen sınıf denilince yekpare bir bloktan söz etmek mümkün değil. Büyük sermaye arasında çıkar çatışması kaynaklı anlaşmazlıklar olabilir, bu da iktidarlar ile büyük sermaye arasında esası zedelemeyen tartışmalara yol açabilir. Daha da fazlası büyük sermaye ile egemen sınıf kavramı içinde sayılabilecek sermaye kesimleri arasında farklılıklar, politikadan farklı beklentiler de olasıdır. Ama sonuçta egemen sınıf ile siyaset, somut olarak hükümetler, iktidarlar arasında sistem yani kapitalizm konusunda herhangi bir anlaşmazlıktan söz edilemez.

AKP’nin olağanüstü serüveni

Kuruluşundan hemen sonraki ilk seçimde yüzde 34 oyla Meclis’te çoğunluğu elde eden AKP, ekonomideki büyük krizi atlatmayı, yani sistemi yeniden işler hale getirmeyi başarmak üzereyken iktidardan düşürülen koalisyon hükümetinin ekonomik politikasını virgülünü değiştirmeden üstlendi. Planladığı geçiş döneminde kadrolarını fanatik İslamcılardan seçmemeye de özen gösteren yeni parti, sermayeyi mutlu kılacak AB ile ilişkiler konusunda adımlar attı; bu konuda liberal aydınların da desteğini aldı. Büyük sermaye hem IMF’siz IMF politikalarının sürdürülmesinden hem de AB ile ilişkilerin gelişmesinden mutlu oldu. Bu aynı zamanda Avrupa’dan destek anlamına geliyordu. Böylece AKP bir taşla birkaç kuş birden vurmayı, kendi ideolojik dünyasını gizlemeyi, o yıllarda sol tarafından sıkça kullanılan tanımla “takiye” politikasını uygulamayı başardı. Büyük sermaye memnundu; ekonomik kriz atlatılabilirdi, AB ile ilişkiler düzelecekti, bu da sermayenin hedeflediği ekonomik hedeflerle uyumlu bir dönemin başlayacağını gösteriyordu. Liberal aydınlar memnundu; yıllardır yazıp çizdikleri askeri vesayetin sona ermesi örtüsü altında Kemalistlerle hesaplaşma, resmî tarihi yeniden yazma fırsatı çıkıyor, İslamcılara, türbana, tesettüre özgürlük, laiklikle tanımlanmayan “gerçek demokrasi”ye geçiş gerçekleşiyordu.

Balayı uzun sürmedi. AKP hızla kendi düşüncelerini, ideolojisini, çizgisini hayata geçirmek için ihtiyatlı ama kararlı bir politika izlemeye başladı. Büyük sermayenin laiklik karşıtı eylemlerden ve politikalardan hoşnutsuzluğunu arada sırada ama cılız bir şekilde ifade etmesi ise “Ordudaki Kemalist kadrolar bu gidişe radikal bir şekilde itiraz ederler mi?” korkusuna dayanıyordu. Korku yersizdi çünkü AKP’nin hızla büyüyen ve sonra akamete uğrayacak darbeyi planladığı anlaşılan Gülen Cemaati ile birlikte bu tehlikeyi bertaraf etme planı çok geçmeden uygulamaya konulacak, orduda büyük bir tasfiye hareketi gerçekleştirilecekti.

Bilinen hikâyeyi uzatmayalım; büyük sermaye içinde gidişin pek de olumlu olmayabileceğini düşünen ama azınlıkta kalan kimi TÜSİAD üyelerinin cılız bir iki itirazı dışında uygulanan ekonomik politika devam ettiği sürece sorun çıkmayacaktı. Sorun sisteme en küçük bir itirazı olmasa da AKP’nin medya konusundaki politikalarına ayak uyduramayan “ana akım” medyaya hâkim bir sermaye grubunun “eleştirel” yayınlarını sürdürmekteki ısrarı nedeniyle çıktı. Ama AKP gittikçe sertleşen politikası ile bu grubu ehlileştirdi ve ticari manevralarla sorunu çözdü.

Büyük sermayenin sıkıntıları

Büyük sermayenin AKP iktidarına desteği sürüyor. Dış politika onları huzursuz ediyor, bölgesel ve küresel ilişkilerin bozulması sermayenin çıkarlarını zedeliyor, ama ekonomide kimi adımları riskli görseler de önemli bir itirazları yok. Düzeni beceriksiz yöntemlerle sürdürmekte ısrarlı ve kararlı olan iktidar zaten bu saatten sonra büyük sermaye ile politika tartışacak değil; dikte ediyor. Kuşkusuz sistemin işleyebilmesinin tehlikeye girmesini önlemek de siyasetin görevleri arasında. Ama bu artık kolay görünmüyor. Rejimin ayakta kalma, iktidarını sürdürme çabaları giderek kaotik bir hal aldı. Küresel kapitalizmin çaresiz kaldığı bunalımlar Türkiye’de daha da vahim sonuçlar doğruyor.

Sonuçta, AKP’nin bugünkü politikaları büyük sermayeyi bir ölçüde rahatsız ediyor olabilir; özellikle dış politikanın sermayenin hoşuna gitmeyen yalnızlaşmaya yol açması ve süreklilik kazanması bu tatsızlığın nedeni. İçeride artan yükün, krizin bedelinin halk sınıflarına ödetilmesi, kıdem tazminatı gibi geçmişten kalma kimi pürüzlerin temizlenmesi için gösterilen çaba nasıl sermayeyi mutlu kılıyorsa, seçim ekonomisi gibi dengeleri bozan uygulamalar da o ölçüde mutsuz ediyor. Ama bütün bunlar fazla dert edilecek konular değil; gelişmeler sermayeyi sömürünün ve siyaseti yönetme tarzı olan tahakkümün birinci dereceden ortağı yapıyor. İşleri karıştıran ise genel olarak politika üretmekte zorlanan, ekonomik çalkantıları dizginleyemeyen kapitalizmin ve özel olarak Türkiye’de yönetme yeteneğini yitirmiş rejimin gittikçe yoğunlaşan kaotik ortama hâkim olamamaları.

***

Peki, bu durum sermayeyi doğrudan politik özne yapıyor, müdahil olma eğilimini güçlendiriyor mu? Hayır. İktidar partisinin muhtemel yenilgisinin ihtimal olmaktan çıkması durumu değiştirir mi? Evet. Çünkü siyasetin yenilgisinin sermayenin yenilgisine dönüşmesini önlemek isterler. Peki, büyük sermayenin iktidarla ilişkilerinin bozulmasını umut olarak gören, politikada uzlaşmacılığı öncelikli ve sürekli bir yöntem olarak benimseyen sosyal demokrasinin sermaye sınıfı ile “helalleşmesi” bizi hiç mi ilgilendirmez? Koşulları iyi izlemesi gereken halk sınıflarının aydınları olarak, evet ilgilendirir. Bu “evet” sermaye sınıfları ile mücadeleyi erteleme sosyalizm hedefinden vazgeçme, “demokrat”, bir burjuvazi keşfetme anlamına gelir mi? Hayır! Çünkü küresel bir felakete doğru koşar adım ilerleyen kapitalizm, dünyanın her yerinde insanı ve doğayı yok edecek yıkıcı, kendine hâkim olamayan kaotik bir güce dönüş. Bu nedenle sermayeyi rejime kimi konularda itirazı var diye baskıcı eğilimleri durduracak güçler arasında saymak yalnızca şaşkınlık olur.

Çünkü kapitalizm hangi yöntemi yeğlerse yeğlesin, sisteme bağlı rejimler ne yaparsa yapsın kendi eserleri olan kaosu önleyemezler. Çünkü artık durum geri döndürülmesi zor bir dönemeçte. Şimdi mavi siyah karanlıkta bir yıldız olan Nail Satlıgan’ın (Kapitalin İzinde, s.40 Yordam Kitap) dediği gibi, “ya sosyalizm ya barbarlık” günümüzde “ya sosyalizm ya yok oluş” ikilemine dönüştü.

Sosyalistlerin ve değişimden yana olan güçlerin anlatmak istedikleri gerçek budur ve değişim bu gerçeğin içinden çıkacaktır.