Karamsarlık yasaklanmıştır
Kentin yüzeyindeki çatlaklardan karanlık sızmaya başladığında kent sakinleri bunun geçici bir sızıntı olduğunu düşünmüş ve pek önemsememişlerdi. Önemsediklerinde ise iş işten geçmiş, karanlık kenti tamamen ele geçirmişti. Karanlık kuytu köşelerde birikti önce, ardından caddeleri, sokakları ve meydanları kapladı ve kentin sakinleri karanlığın içinde birbirlerini yitirdiler. Bazen karanlıkta birbirleriyle çarpıştıkları da oluyor. Fakat çarpışmalar genellikle çatışmayla sonuçlanıyordu, çünkü artık kimse birbirini tanıyamıyor. Ve artık kimse kimseye tutunamıyor: “Gözüme batan heyulalar görüyorum yalnızca, ama tutunmaya çalıştığım an yok oluyorlar (Rousseau, Yeni Heloise). Hükümet, karanlık kentte karamsar olmayı yasaklamıştı. Her kim ki karamsarlığa düşer ve karamsarlığını başkalarına bulaştırmaya kalkışırsa algı operasyonu suçundan tutuklanacaktır. O yüzden karanlık kentin sakinleri neşeli olmak zorundaydılar. Fakat karanlığın derin karamsarlığında neşeli olmak hiç de kolay değildi. Göz gözü görmese de kulaklar işitebiliyordu. Ve hükümet karamsarlıkla savaşmak için kentin sokak ve meydanlarına yerleştirdiği hoparlörlerden sürekli oynak havalar yayımlıyordu. Buna rağmen karanlık kentin sakinleri kimi zaman derin bir yeis duygusuna kapıldıkları da oluyor. Fakat çok geçmeden kederlenmenin yasak olduğu hatırlarına geliyor ve göbek atmaya kaldıkları yerden devam ediyorlar.
∗∗∗
Karanlık kent, sokaklarında ölülerin dans ettiği bir nekropolisi andırıyordu: “Yolunun üzerinde karanlık pencereli kulübeler, evler görürdü; bunun da pencerelerin ardında titrek ateşböceği pırıltılarının belirdiği bir mezarlıkta yürümekten farkı yoktu… Mezarlar, televizyon ışığıyla kötü bir şekilde aydınlatılmış, insanların ölü gibi oturduğu; gri ya da çok renkli ışıkların yüzlerine dokunduğu, ama gerçekte onlara dokunmadığı mezarlar.” (Bradbury, Son Yaya). Kentte tek ışık kaynağı ev içlerindeki ekranlardı. Sokakların karanlığından kaçıp evlerine sığınanlar ekranlardan yayılan ışığın başında toplanırlardı. Ekran kentte yaşananların aynası gibiydi. Hüzünlü bir olayın failleri âdet olduğu üzere önce başlarından geçenleri anlatır, sonra birden oyun havası çalmaya başlar ve hep birlikte oturdukları yerden kalkıp göbek atarlardı. Ekranlarının başında oturanlar da onlara katılmakla yükümlüydüler. Kimsenin hüzünlenmeye hakkı yoktu. Ekrana çıkan uzmanlar olup bitenleri yorumlarken bitimsiz bir gecede yaşandığını hiç hatırlatmak istemez, sanki günün bir başlangıcı ve bir sonu varmış gibi analizlerine “günün sonunda” diyerek başlarlardı. Ve artık her şeyin bir fiyatı vardı, fikirlerden alınıp satılan metalardan bahseder gibi bahsediyorlardı. Karanlığa direnenler de vardı ve yorumcular “halk bu fikirleri satın almaz” diyerek onların düşüncelerini kestirip atıyorlardı. Haklıydılar, halkın alım gücü zayıflamıştı. Sadece alım gücü mü? Alımlama gücü de. Bir sarkaç gibi karamsarlık ile neşe arasında salınıp durmaktan mekanikleşen bedenler duyumsama yetilerini yitirmişlerdi. Ve davranışlarını da ön görmek artık mümkün hale gelmişti.
∗∗∗
Duygu, etkileme ve etkilenme gücüdür. Spinoza’dan biliyoruz, keder eyleme gücünü sıfırlarken, neşe eyleme gücündeki artışı gösterir. Kederin rengi siyahtır, neşenin ise ışığın yedi rengi. Karanlığın içine gömülü bedenler ışığı sadece ekranlardan biliyorlardı. Ekranlardan ve sokaklara yerleştirilen hoparlörlerden hükümet sürekli neşe yayımlıyordu. Fakat boyun eğmenin neşesiyle direnişin neşesi farklıdır. Biri teslim olmanın kölelere özgü neşesini üretirken, diğeri ele geçmemenin, özgürleşmenin, kendini ve mekânını yaratabilmenin kudretini içerir. Ve direnenler yasak olmasına rağmen karamsarlığa daha fazla gömüldüler. Ekranların ışığında neşelenenlerin aksine, direnenler neşeyi karanlıkta keşfedeceklerini biliyorlardı. Neşe, birbirlerine dokunabilen bedenlerin işidir. Bedenler birbirlerine eklemlendikçe kudretleri artıyordu. Ve bu neşe boyun eğmenin neşesine hiç benzemiyordu; kaostan bir evren yaratmak gibi bir şey. Ne demişti Hesiodos? “Önce kaos vardı”, yani karanlık. Özgürlüğün mekânlarını ancak birbirlerine tutunabilen bedenler yaratabilir. Ortalık giderek aydınlanıyordu. Gün ağarırken karanlık kentin kölelere özgü neşesi yerini özgürleşmenin neşesine bırakıyordu.