Karanlığa değil, aydınlığa ihtiyacımız var
Eren AYSAN - Yazar
Geçtiğimiz yıl Ankara’da bir Eylül günü Sivas katliamının son duruşması vardı. Sonbahar başkente çok yakışır, at kestaneleri krallığını ilan eder sokaklarda. Ihlamur ağaçlarının rayihası yayılır dört bir yana. Serçeler bir anda deniz dalgasına dönüşür. Bozkır kendi şenliğini yaratır. Oysa Eylül, 12 Eylül’ün bıraktığı gözyaşlarıdır biraz da. Uzak günlerin içli türküsüdür. Bu yüzden babam Behçet Aysan’ın 1986’da Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü aldığı kitabının adıdır “Eylül”.
∗∗∗
Eylül, bir de öldürülmüş şairlerin ve ozanların ah ettiği aydır. Çünkü bir siyasi katliamın faillerinin hukuk önünde zamanaşımına uğradığı o yaman gündür. Siz hiç mahkeme salonunda çaresizlikten utanan biri gördünüz mü? Ben gördüm. O gün evladını kaybetmiş bir annenin gözyaşlarında boğuldum. Karar açıklandıktan sonra soluksuz kaldım. O itiş kakıştan, büyük konuşmalardan filan kaçtım her zamanki gibi uzaklara. Amaçsızca uzun uzun yürüdüm. Peki kendi utancımı ne yapacaktım? Nereye gömecektim? Bilemedim. Öylece kaldı o utanç bende. Üzerime yapışmış bir zırh gibi.
∗∗∗
Bu ülkede çok sayıda siyasi cinayet yargılaması zamanaşımına uğradı. Ülkemizde sendikal hareketin öncülerinden DİSK Başkanı Kemal Türkler davasından Akademisyen, yazar Ahmet Taner Kışlalı davasına kadar hemen hemen bütün adalet arayışları tozlu raflara konuldu. Yakın gelecekte Hrant Dink davasının da benzer sürece doğru ilerleyeceğini bilmek kadar ağırı yok. Çünkü bütün bunlar gözünüzün önünde yaşanırken bir “bilirkişi”ye dönüşüyorsunuz. Antik Yunan mitolojisinde Kassandra vardır. Kör kâhin olarak nitelendirilir. Gerçekleri görür, felakete uğrayacakları uyarır ama kimseyi inandıramaz. Onun ıstırabından doğan trajedisi de etrafındakileri ikna edememesinde saklıdır. Siz de bilirkişi olarak yaşananları biliyor ama böğrünüze oturan kasvetle yaşamaya çalışıyorsunuz.
Biraz daha derinlemesine anlatmaya çalışayım: Babanız bir imza gününe katılmak ve okurlarıyla buluşmak için başka bir kente gidiyor! Bir derdi daha var: Pir Sultan çalışıyor ve yeni kitabı için Banaz’a gitmek istiyor. Katılacağı etkinlik arzusunu gerçekleştirmek için biçilmiş kaftan. Çünkü ilk iki günden sonra Banaz’a gidilecek. Dahası var: Bu buluşma Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkısıyla yapılıyor! Ve edebiyatçı arkadaşlarıyla katıldığı kültür sanat günlerinin ortasında “Kahrolsun laiklik, yaşasın şeriat, Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” sloganları eşliğinde yakılıyor. Ve o dava da tam 30 yıl sonra zaman aşımına uğruyor. Tıpkı başkaca siyasi cinayetlerde olduğu gibi.
∗∗∗
Şunun altını çizmekte fayda var: Cezasızlık olgusu ülke içerisinde başka cinayetlerin işlenmesine, başka katliamların yaşanmasına neden olur. Dahası büyük bir güvensizlik ortamı yaratır. Aydınların öldürülüp sadece tetikçilerin yargılandığı karmaşık ortam bu güzelim ülkeyi karanlığa götürür. Dün ilk duruşması gerçekleşen Sinan Ateş cinayetinde Ayşe Ateş’in konuşmasını da buraya iliştireyim ki acı sahiplerinin nasıl vicdan olgusunda birleştiği görülsün: “Toplumsal huzurun anahtarını, en tabii hakkımızı, bütün insani haklarımızın güvencesini istiyoruz. Adalet istiyoruz, adalet! Hiç kimse bu kadar delil varken cinayeti yalnızca kör bir kayıkçının gördüğüne ikna olmamızı; Kendini suç işleme özgürlüğüne sahip seçkin kitle zanneden bir kalabalığın “Artık yasa dışı diye bir şey yok, çünkü bize yasa yok” dayatmasını kabullenmemizi beklemesin.”
∗∗∗
Oysa bizim karanlığa değil aydınlığa ihtiyacımız var. Babaları öldürülen çocuklara, eşleri öldürülen kadınlara değil ülkenin geleceğini inşa eden bireylere ihtiyacımız var. Zalimliğin değil demokrasinin egemenlik kurduğu güzel günlere ihtiyacımız var. Ve hiç merak etmeyin. Zorlu da olsa başaracağız. O güzelim ülkeyi kuracağız. Ve Metin Altıok’un o güzelim dizelerinden bir demet yapacağız: “Bu benim hasretliğim/ bak denizin dalgasında/ gider gelir kıyıya/ oynaşır durur hala”