Kavramlar üzerine kısa notlar
Bu dönem Amerikan akademisinde, AKP’ye Türkiye’yi “ileri demokrasi” ve “sivil vesayet”e taşıyacak güç olarak bakan yayınlara ağırlık verilen dönemdi.
Seda Ünsar - Yazar, Akademisyen
Amerika’daki doktora yıllarımda katıldığım bazı konferanslarda, Türkiye’den gelen akademisyenler, Amerikan düşünce kuruluşlarından fon alarak yaptıkları çalışmalarda, AKP’nin Türkiye’yi liberalleştirme/ demokratikleştirme adımları dedikleri oryantalist deli gömleğini Türkiye’ye giydirirken, bu gömleğin tarihdışılığını anlatan eleştirel bir yaklaşım sunmaya çalıştığımda saldırı altında kalmıştım. Bu dönem Amerikan akademisinde, AKP’ye Türkiye’yi “ileri demokrasi” ve “sivil vesayet”e taşıyacak güç olarak bakan yayınlara ağırlık verilen dönemdi. Bu nedenle, dönemin ünlü kod kelimeleri “ileri demokrasi”ye, emperyalist-oryantalist Batı paradigmasının kullandığı kimlik siyaseti söylemini eleştirerek karşı çıkan yayınlar, oryantalizmin görmezden gelerek yok sayma taktiğinin sert duvarına çarpıyordu. İnkılap Kitabevi’nden çıkan romanım “Düşüş: siyaset ve felsefe odasında aşk hikayeleri”nde de tam olarak bu özgürlük, erdem ve bilgi ile gerçeğin peşine düşme, onurlu bir yaşam için ödenecek bedel, hayal kırıklığı, aşk, sıradanlık, yalnızlık, ölüm ve kayıp zaman gibi metaforlarla örülü Batı Doğu karşılaşması anlatılıyor.
Bütün öngörüleri yanlış çıktığı ve argümanları bilimsel olarak da yanlış olduğu halde, o gün Batı’nın görmek istedikleri ve algıladıkları şeyleri yazarak kariyerlerini yapmış olan ve bu nedenle bugün de hâlâ dünya basınına demeç verebilen aynı akademisyenler, seçim sonuçlarını kutlasa da, bu sefer farklı olan bir şey var: Cumhuriyet Devrimi’nin anlamı, karşıdevrim süreci ve bu sürecin geldiği son nokta olarak 31 Mart Seçimleri’ni değerlendiren “On the Fractured Ethos of Thrasymachus and the Rise of Turkey’s Democratic Spirit” (“Thrasymakus’un Kırılan Ahlakı ve Türkiye’nin Yükselen Demokratik Ruhu Üzerine”) başlıklı makalem Washington’da etkin bir okunurluğu olan International Policy Digest’te 15 Mayıs 2024 tarihinde yayınlandı. Böylelikle bu konuda bir arkadaşımla yapabildiğimiz tek yayın olan (ve akademik referanslarda “görmezden gelinse de”, o dönemde NATO tarafından satın alınmış olan) 2008 yılında Middle East Journal’da çıkan “Avrupa Birliği’ne Giriş Mitosundan Hayalkırıklığına: Türkiye’de Dini ve Etnik Politizasyon İmplikasyonları (From the Myth of European Union Accession to Disillusion: Implications for Religious and Ethnic Politicization in Turkey)” başlıklı makalemizde olacağını söylediğimiz şeylerin olduğu bir Türkiye’yi olduktan sonra anlatan bir yazı yayınlanmış oldu.
Devrim Ne idi?
Teorinin temeli kavramdır. Bugün Türkiye o gün olacağı iddia edildiği gibi “ileri demokrasi”ye taşınmadığına göre veya neoliberal hükümet politikalarının pek de liberalleştiren şeyler olmadığı daha net anlaşıldığına göre, akademide (özellikle siyaset bilimi ve sosyolojide) Türkiye üzerine ezber teorilerin kavramlarındaki bozukluktan başlamak gerekir. Bugün cumhuriyetin kurucu partisine dahi bilinçli (o halde politik doğruculuk yapılıyor demektir) veya bilinçsizce (hangisi daha vahim, karar vermek zor) hakim olan devrim tarihinin kabul edilemez manipülasyonunun (yani karşıdevrim tarih yazımının kabulunun) altında yatan yine aynı kavram kargaşasıdır. (Özgür Özel’in talihsiz Arapça ve Şeyh Sait açıklamaları karşıdevrim tarih yazımına hizmettir. Bu tarz karşıdevrim tarihi yazıcılığı, aslında, hiçbir parti için “demokrasinin gereği” olarak kabul edilemez. Liberal algı tarihe de pazar mantığıyla baktığından, “farklı fikirlerin özgür çarpışması” olarak algılasa da bu, çarpık bir algıdır çünkü özgürlüğe tehdit olan fikir, özgür çarpışma kapsamı dışındadır (Avrupa’nın bu konudaki örneği Nazism), yani Avrupa demokrasisi buna izin vermez çünkü bu, manipülasyondur. Öte yandan, devrimi yapan partide hiç kabul edilemez).
Şerif Mardin 1971’de International Journal of Middle East Studies’de yayınlanan “Türk Devrimi’nde İdeoloji ve Din (Ideology and Religion in the Turkish Revolution)” başlıklı çalışmasında, Türk Devrimi’ni devrim kavramımın referans noktası olarak Fransız Devrimi’ni aldığımız için karşılaştırmalı bir bakışla analiz eder. Fransız Devrimi önceki ideolojyi hedefleyen şiddete dayalı sosyal, dini ve politik değişiklikler aracılığıyla bütünsel bir ideolojik değişim getirmiştir. Meşruiyet ve ayrıcalık yapılarını (yani Kilise ve aristokrasi sınıfı) hedef almıştır. Bu hedef alma, köylü ayaklanması, burjuva itaatsizliği ve halk ayaklanmaları şeklinde gelmiştir.
Diyebiliriz ki devrim, Eski Rejimi (Ancient Regime) kanla yıkmakla kalmamış, kendi devrimsel süreçlerinde de zaman zaman terör ve şiddetle ilerlemiş; buna rağmen, hortlayan eski rejimle yeni rejim arasında gidip gelmiş fakat laik egemenlik ve politik meşruiyeti ve kurumlarını, ardında Rönesans ve Aydınlanma, Marksist jargonla ekonomik altyapısında (İngiltere kadar olmasa da) Sanayi Devrimi olduğu için konsolide edebilmiştir.
Türk Devrimi’ne bu açıdan bakacak olursak, devrim diyebilir miyiz? Şerif Mardin’in sorduğu soru budur. Yanıt ise şöyledir: En azından 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren -aslında daha da öncesinden- bir dönüşüm sürecidir. Önceki sistemle kopuş evrimseldir; yani politik düzeni ani ve şiddete dayalı olarak ortadan kaldıran bir hareket yoktur. Sistematik olarak Eski Rejime ait bir sınıf ortadan kaldırılmamıştır; Robespierreler yoktur (Şerif Mardin bu nedenle bazıları iddia etse bile Jakoben yakıştırmasının tarihi anlamda yanlış olduğunu belirtir). Devrim sadece üst tabakayı (saltanatı) yerinden etmiştir. Bu yerinden ediş bile “devrimsel” değildir; yani Fransa’daki veya daha sonra Rusya’daki gibi şiddete dayalı değildir, hanedan idam edilmemiştir. Ayrıca Halid Ziya Uşalıgil hatıratında çok güzel resmedildiği gibi 1909 itibariyle saray ve hilafet Batı’ya karşı egemenliğin kaybedilmesi sebebiyle ve kısıtlı ve yüzeysel de olsa belli ölçülerde yine de gerçekleşebilmiş modernleşmeyle içi boşaltılmış kurumlar haline gelmiştir.
Elbette ki Türk devrimcilerinin en büyük sıkıntılarının başında imparatorluğun kurumsallaşmış ayrıcalık yapısı geliyordu fakat asıl mücadele bürokrasi içindeydi ve feodal ayrıcalık sahiplerine yönelik bir saldırı yoktu.
Bunun sebebi ise, daha önceki yazılarımda anlattığım gibi sınıf yapısının 16. yüzyıl itibariyle Batı’da sağlamlaşmaya başlamış olan kapitalist dünya-ekonomiye çevreleşerek (yani üretim yapmadan, onların ürettiğini alarak) eklemlenmiş Osmanlı İmparatorluğunda ve özellikle Türk toplumunda (tartışılması bu makaleyi aşan faktörlerle birlikte), farklı olmasından kaynaklanıyordu.
Eğer ki sosyal sınıflar ekonomik çıkarlar etrafında oluşmuş formasyonlar olarak kabul edilecekse, Türk toplumunda bu formasyon en fazla embriyonik halde idi. Dolayısıyla politik karar alma mekanizması toplumsal sınıflarda değil, politik yapıya entegre olmuş katmanlardaydı (Bunlar, ordu ve bürokrasi olarak düşünülebilir).
Devrimcilerin kültürel-politik değişim için sivil amaçları, halk yığınlarının itkisinde oluşmamıştı ya da böyle bir itki mevcut değildi. Ayrıca yine bununla bağlı olarak, Türk Devrimi’nde yine Mardin’in de tespit ettiği gibi alt sınıfların nefret edilen bir düşmana karşı karizmatik bir lider etrafında birleşmesi olsa da şiddet eğilimli güruhlar yoktu.
Öte yandan, bir parantez açarak bu noktada şu tespiti de yapmalıyız. Başta sınıfsal yapıların farklılığından olmak üzere burada ele alamayacağım pekçok diğer faktörle birlikte, devrim feodal ayrıcalık sahiplerine saldırma fırsatı bulamadan, bizzat o ayrıcalık sahipleri tarafından saldırı altında kalmış fakat nefsi müdafaasını başarıyla yapmıştır. Bu saldırı gerek işgale karşı direniş yıllarında, gerekse cumhuriyetin ilanından hemen sonra çok partili sistem denemelerinde (aynı zamanda devrimin durumunu ölçme denemeleri de diyebiliriz) bazı durumlarda yanına eski işgal güçlerini de alarak gerçekleşmiş ve bertaraf edilmiştir. (Menemen, Şeyh Sait, Seyit Rıza gibi).
Toplumsal katılım politik elitin halk yığınlarını mobilize etmesi ise, Türk Devrimi yine devrim olarak kategorize edilemez çünkü Fransız Devrimi’nde olduğu gibi, spesifik olarak adaletin yerine getirildiğini izleyen sosyal tabakalar, kale yakanlar, devrimin politikalarını radikelleştiren devrimci komünler veya din ve aristokrasiye (sınıfsal aristokrasi zaten yoktur fakat ayrıcalıkları açısından denk düşünülebilecek saltanat mensupları diyebiliriz) karşı devrimin radikal politikasını uygulayan bir terör dönemi yoktur.
Fakat tüm bunlara reğmen, Şerif Mardin Türk Devrimi’nin devrim olduğunu söyler. Bunun nedenini anlatmaya ancak bu yazıyı haftaya tamamlayarak başlayabiliriz. Şimdilik şunu ifade edelim: Politik meşruiyet kaynağının dini ontolojiden pozitivist ontolojiye ve egemenlik kaynağının halife-sultanlıktan laik cumhuriyete (yani halk egemenliği) geçebilmesi, buna temel olarak ulus kavramının embriyonik sınıflara rağmen oluşturulabilmiş olması ve kültürel devrim, bugün bir yüzyıl sonra İslam alemindeki teokrasiye baktığımızda daha net gördüğümüz gibi, en büyük bir devrimdir.