Google Play Store
App Store

Politik doğruculuk elinde, sürekli devrimden ödün veren bir muhalefet, emperyalizmin açtığı Pandora’nın Kutusu karşısında mağduriyet tuzağına düşerek rejimi teslim etti. Aynı yolda devam ederse, tarih sahnesinde kaybetmiş ne kadar güç varsa, onlara da yurdu teslim edecek.

Kavramlar üzerine kısa notlar: Son yerine*

Seda Ünsar - Yazar, Akademisyen

Batı’da yeni sınıf oluşumları ve kapitalizmin kurumları, dini yapıyı sekülerleştirip dönüştürürken, Osmanlı’daki dinsel yapı daha da kemikleşmişti. Din devletle bütünleşirken, kilisenin sahip olduğu kurumsal ayrışmaya sahip değildi. Üstelik, Hristiyanlık’ta Aquinas’tan Martin Luther’e olduğu gibi bir dönüşüm İslam’da olmadığından, din emperyal buyruktan en çok korunan kurum olagelmişti. Bu durum, ulemayı kendi içinde bir “sınıf” haline getirirken, vakıfları aracılığıyla ekonomik gücüne temel olmuş; Şer’i hukuk ve düzen de yasal, politik, idari, ideolojik ve sosyal gücünü oluşturmuştu.

(Bugün, bir zamanlar Atatürk’ün kurumsal, formal varlığına ve gücüne son verip aydınlanmayla uzun vadede varlık sebeplerinin tasfiyesini hedeflediği tarikat [ulema], cumhuriyet devriminin ve aydınlanmanın yediği sistematik darbeler sebebiyle, bir sınıf gibi tekrar ortaya çıkmıştır. Yasal güç hariç hepsine yeniden sahiptir. En büyüğü ekonomik olmakla birlikte tüm güçleri hızla büyümektedir. Anayasal değişiklik olursa, yasal gücü bile eline geçirebilir. Geçirmese de, bu süreç tersine çevrilmezse, yaptırım olarak de facto kullanım gücüne sahip olacaktır ve bu, özgürlüğün yok oluşuna yeter.)

Dolayısıyla, yabancı dil ve bilimle tanışarak zihinleri dünyaya açılan Jön Türkler’in karşısında dikilen dinsel yapı şöyleydi: 1- Toplumun en güçlü temeli, 2- Dünya görüş ve felsefesi, 3- Vilayetlerdeki politik gücün sosyal ve ekonomik temeli, 4- Bir devlet ideolojisi ve kurumu. Bu noktada, var olabilmek için moderniteye uyumlanma zorunluluğuyla, imparatorluğun hızla toprak ve nüfus kaybettiği dönemde, baş başa kalan bir kadronun karşısındaki zorluk çok katmanlıydı.

Öte yandan, Tanzimat’ın üst bürokrasisinin kişisel yönetimi de, bürokratik rasyonalitenin gerekleriyle ve tüm bu gerekler de, ayrıca eğitimden mahrum kitlelerin dinsel değerleriyle çelişmekteydi. Bürokrasinin radikal kanadı kaşe bürokrasisi olmamaya kararlıydı ve bilinçli fakat kamufle bir ideoloji olarak sekülerizm işbaşındaydı.

Yine de, devlette tarihin de facto oldurduğu bu süreci açıkça ve katiyetle de jure hale getirirken, daha önceki reform süreçlerinden farklı olarak da halkta derinlemesine bir kültürel devrim başlatan, cumhuriyet olmuştu.

Hem Jön Türkler, hem cumhuriyeti kuranlar, seküler olması gereken modern devletin gücünü baltalayan, yerel dinsel çıkarların eşrafla işbirliği şeklinde zühur eden bir dinle karşı karşıyaydılar. Ayanların ortaya çıkışına kadar birkaç yüzyıl geriye uzanan bir konu olmakla birlikte, burada ancak şu kadarını söyleyebiliriz: Jön Türkler de Atatürk de bu yapıları kullanmaya mecburdu fakat Şerif Mardin’in dediği gibi, Atatürk seçimleri laikleşmiş bir siyasi parti aracılığıyla yaparak dinsel eşrafı politik gücünden sıyırmayı başarmıştı ve bunu, bizzat kurmaya uğraştığı hukukun üstünlüğüyle çelişmeden yapabilmesi, Huntington’ın bir makalesinde (1965) ayrıca takdir ettiği çok önemli bir husustu.**

Devrimin hem Marksist analizi hem Tocquevilleyen kategorizasyonu, temelindeki bir istikrarsızlığın izini, sivil toplum yapısıyla politik rejim arasındaki çelişkiye dayandırır. John Gillis’e göre ise, bu, Avrupa devrimlerinin eksik bir değerlendirmesidir. Gillis 1789 ve 1848 devrimlerinde, bürokrasi ve orduda (yani yönetim gruplarında), bazı parçaların yabancılaşmasının devrimin parçası olduğunu gösterir. Bu modele göre, Türk Devrimi gerçek bir devrimdir. Üstelik, sivil toplumun devletin antitezi oluşu da fikrimizin temeli olagelmiştir ki Osmanlı’da otonom bir sivil toplum da yokur.

İlkay Sunar devrimin dinamiklerini şekillendiren spesifik yapının, Osmanlı’dan miras alınan kapitalist dünya-ekonomiye çevreleşmiş, yüzeysel modernleşmesi altında derin bir geri kalmışlık yatan köylü bürokratik devlet olduğunu söyler. Bu yapıda, sadece devlet bürokrasisi ve ordunun, sistemle iç içe geçmiş ekonomik çıkarlardan bağımsız ve işgale karşı bir direniş sergileyecek ve milletin birliği ve refahı adına devrim yapabilecek kadar organize olduğunu ekler. Başka hiçbir grup Osmanlı yapısında ne direniş ne devrim veya herhangi bir değişim için kolektif aksiyon alabilecek kadar otonomi sahibi değildi (Batı’dan temel farklardan biri budur; devrim yapacak sınıflar yoktur) (Ayrıca bugün bu iki yapının işi neredeyse bitmiş durumdadır ve bu, demokrasinin tasfiyesi için vehameti yeterince anlaşılamayan bir durum).

İlkay Sunar da Türk Devrimi’nde köylü ayaklanması, burjuva komplosu, şiddete dayalı çalkantılar, politik ve sosyal güçlerin dengesinde büyük kaymalar olmadığının altını çizerek, “Türk Devrimi toplumun bağrından kopmuş bir sınıf tarafından kendisini ve geri kalan herkesi, vakti geçmekte olan bir yönetici sınıfın elindeki baskıcı devlet aparütüsünden kurtarmak üzere yapılmıştı” der. Toplumda sınıf bilinci yoktu. Osmanlı hükümeti ve halifelik yarım yüzyıldır içi boşalmış bir kurumdu; hatta, Anadolu işgali başlayınca bir fonksiyonu da kalmamıştı. (Burada iki not: 1- Osmanlı halifeliği uzunca bir süredir İslam uygarlığının geri kalmışlığını Türklüğe bağlayan İngiliz ve Fransız oryantalist propagandası etkisindeki Araplarca tanınmıyordu. 2- İşgal, işbirlikçilerin de etkisiyle, çok açık anlaşılan ve varlığı kabul edilen bir durum değildi; tıpkı bugün bazı çok net mevzuların dahi anlaşılmaması gibi).

Bu anlamda Türk Devrimi sosyal bir devrim değildi. Fakat meşruiyetin kaynağı noktasında en ihtişamlı bir ideolojik devrim yapılmıştı. Sınıfsal güçlerin yeniden düzenlenmesi tarafından değil (çünkü zaten meşruiyeti değiştirecek sınıfsal güçler yoktu), devlet gücünün temelleri ve amaçlarının yeniden yaratılması tarafından desteklenen yeni bir meşruiyet paradigması yaratılmıştı, der İlkay Sunar.

Osmanlı’da, devlet gücünün meşruiyeti, önceden kurulmuş bir ilahi düzene dayalıydı ve sosyal düzen bu “şeyler düzeni”nden çıkacak şekilde oluşmuştu. Dinle iç içe geçmiş devlet kurumları topluma “şeylerin hakiki düzeni”ni temsil eden bir sosyal yapıyı kurmak ve devam ettirmek için nüfuz etmekteydi. “Şeylerin hakiki düzeni” din ile kendini ortaya çıkarıyordu ve bu kalıbın keşifleri sadece dinsel epistemolojinin teolojik metotlarıyla mümkündü (Türkiye barolar, sanat, halk gibi direnen bazı kurumlar dışında hızla bu düzenin yoluna giriyor ki yeni müfredatla tamamen girmiş olacak).

İşte, cumhuriyet bu kozmolojiyi ulusçu ontoloji ve pozitivist epistemolojiyle değiştirdi. Sosyal düzen artık dinsel düzenden ve onun saltanat egemenlerinden değil, bilimsel bilgi uzmanlığı tarafından yapılandırılmış ulusal değerlerden gelecekti. Devlet gücü meşruiyetini ulusal düzenden alacaktı. Bu anlamda, devrimlerin devrimiydi ve bu devrim yok olmak üzere.

22 yıllık iktidar sadece rejimi değiştirmekle kalmadı; ulusçu ontolojiyi (ve gerekirse dışarıdan ihraç edilen yeni Müslüman halklarla) Türkiyelilik absürtlüğüyle hedef alırken, maarif modeliyle bilimsel bilgi uzmanlığını da yok etme yolunda büyük ve dönülmez adımlar atmakta. Politik doğruculuk elinde, sürekli devrimden ödün veren bir muhalefet, emperyalizmin açtığı Pandora’nın Kutusu karşısında mağduriyet tuzağına düşerek rejimi teslim etti. Aynı yolda devam ederse, tarih sahnesinde kaybetmiş ne kadar güç varsa, onlara da yurdu teslim edecek. Gerçekten de, tarihinde görülmemiş bir şekilde yoksulluğa mahkûm edilen Türkiye’nin önündeki yol sadece İran’a değil, iç savaşla yıkılmış Lübnan’a ve topraksızlaşmış Filistin’e kadar uzanıyor.

* Bu konu üzerine ilk yazıda devrim kavramının ne olduğunu anlatmıştık. İkinci yazıda, literatürdeki devrim kavramında olan bazı durumlar olmadığı halde, “Türk Devrimi neden devrimdi?” sorusunu yanıtlamak üzere, Osmanlı’daki iki fonksiyonlu din yapısı üzerine yazmıştık. Bu yazıda, yapısal diğer durumları kısaca değerlendireceğiz. 

** Bu konunun ayrıntısı için bkz. “İki Huntington ve Türkiye”, Cumhuriyet Gazetesi, 25.05.2024.