Şehre ihanet beyanları orta yerde dururken, rüşvet ve yolsuzlukla suçlananların yargılanması engellenirken ve daha ibretlik kaç olay, beyanat var iken gerçekte kazanan nasıl “dini kaygılar” cemaatler ve “dindarlar” oluyor?

Kazanırken kaybeden dini hareketler

AYDIN TONGA

Hatırlanacağı üzere din adına doğru yolu, hakikati temsil ettiklerini savunan cemaatler 24 Haziran seçimlerinde Erdoğan’ı destekleyeceklerini açıklamışlardı. O kadarki bu süreçte selefiler dahi “demokrasiyi” tasvip etmediklerini ama oylarının Erdoğan’dan yana olacağını bildirdiler. Nihayet seçimler vuku buldu ve Erdoğan dolayısıyla cemaatler ile demokrasiyi hazmedemeyen selefiler de seçimi kazanmış oldular.

Peki, gerçekte kazanan neydi? Biliyoruz ki AKP’li yıllarda cemaatler güç kazanarak, etki alanlarını genişlettiler. Ekonomik ve kitlesel açıdan büyüdüler, siyasi nüfuz alanlarını arttırdılar. Dolayısıyla “örgütsel” açıdan kazanan onlardı. Öte yandan hukuktan, eğitime kadar toplumsal bir “dinselleşme” vurgusu da yaşandı. Rejimin kimliğinde ciddi aşınmalar ortaya çıktı. Fakat bütün bunlara rağmen kimi olay ve açıklamalarla ortada olan ve dolayısıyla dindarlar açısından “kazanma” gerçekliğini sorgulayan bir durum vardı. Peki, neydi o olay ve açıklamalar?

Örneğin Erdoğan bir konuşmasında aynen şunları söylemişti: “Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum.” Şehre, yani yaşam alanımıza, aldığımız nefese, kısacası hayata ne adına ihanet edilmişti peki? Bunun dinen karşılığı neydi? Dahası “ihanetin” kanıksanmasının, dine ve insana dair yarattığı bir sonuç olmayacak mıydı? Sorular, cevaplarının ağırlığı üzerinde bir kenarda beklesin. Biz diğer bir açıklamayla yazımıza devam edelim.

Bilindiği üzere “rüşvet ve yolsuzluk” soruşturmaları sonrasında üç bakan istifa etmiş, bir bakan da görevden alınmıştı. Haliyle bakanların adının böyle bir olayda anılması ve elbette sonrasında görevlerini bırakmaları bile yeteri kadar “kuşku” uyandıran ve dolayısıyla hazmedilmesi zor bir durumdu. Fakat öyle olmadı, hazmedildi. Şimdiki cemaatler dahil kimse kalkıp gazete ilanları ile olayı kınamadı, aksine iktidara yakın örgütler olayın vahametine rağmen Erdoğan’a destek verdiler. Sahi “dinen” ne kadar caizdi bu tutum? Bu durumda da mı din hanesine bir kazanç yazılacaktı! Geçelim ve şu açıklamayla devam edelim:

‘Rüşvet ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu bir operasyon sebebiyle istifa ediniz ve beni rahatlatacak deklarasyonu yayınlayınız’ şeklinde tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum. Etmiyorum çünkü, soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın onayıyla yapıldı. Bu minval üzere bakanlıktan ve milletvekilliğinden istifa ettiğimi açıklıyorum. Bu milleti ve vatanı rahatlatmak için sayın Başbakan’ın istifa etmesi gerektiğine inandığımı ifade ediyor, yüce milletime saygılar sunuyorum.’’ İmza, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar. Yoruma gerek yok sanırım. Sadece hatırlatalım, açıklamada “Sayın Başbakan” olarak geçen kişi, şimdinin Cumhurbaşkanı Erdoğan. Yine hatırlatalım ki, o dört bakanın Yüce Divan’a gönderilme talebi de AKP’li vekillerin oylarıyla reddedilmişti.

Reddedilmişti ama dönemin AKP Genel Başkan yardımcısı Mehmet Ali Şahin şu sözleri söylemekten kendini alamamıştı: “Bir siyasetçi asgari ücretin daha yeni bin liraya çıktığı bir ülkede 700 bin liralık bir saat alamaz kardeşim.” O siyasetçi istifa eden bakanlardan Zafer Çağlayan idi. Bugünlerde ABD’de de “yolsuzluk” suçlamasıyla yargılanan Reza Zarrab’a dönemin bakan ve başbakan yardımcısının ödül vermesi de benzer bir eleştiriye neden olmuş, eski bakanlardan Nihat Ergün “ Ben olsam o ödülü vermezdim” sözleriyle, tepkisini dile getirmişti.

Şimdi yukarıda sorduğumuz soruya dönelim. Şehre ihanet beyanları orta yerde dururken, rüşvet ve yolsuzlukla suçlananların yargılanması engellenirken ve daha ibretlik kaç olay, beyanat var iken gerçekte kazanan nasıl “dini kaygılar” cemaatler ve “dindarlar” oluyor? Bu durum ilk başta dinin “ahlaki ilkeleri ve öğütlerine” aykırı değil mi? Hangi samimi dindar bu tabloyu kazanç olarak görebilir ki? Elbet göremez, dolayısıyla ortada “dini endişeler” açısından bir kazanç değil, kayıp durumu söz konusudur. Peki, bu duruma nasıl gelindi? Gelin onu da şu iki açıklamayı alt alta koyarak anlamaya çalışalım.
İlk açıklama Prof.Dr. İsmail Kara’dan: “Cemaat ve tarikatların şirketlere, giderek holdinglere, gazete ve dergi gruplarına, televizyonlara, finans kurumlarına sahip olmaları süratle gerçekleşti ve kısa zaman içinde oldu bitti..İslam iktisadı arayışları kolaylıkla “kâr”a tahvil edildi; bu sahada ilmi ve fikri çalışma yapanlar finans kurumlarında itibarlı ve bol kazançlı yerler buldu. Ardı sıra tüketim alışkanlıkları, ikamet ve tatil semtleri, yaşam biçimleri, markalar, tipler edalar değişti. Toplantılar, davetler, düğünler hatta iftarlar beş yıldızlı otellere taşındı.” 1

Ve noktayı Hekimoğlu İsmail’in şu açıklamasıyla koyalım. Bakın “günün teorisini” nasıl “ustaca” dile getirmiş yazar: “Varlıklı olmayan Müslüman İslam’a ne ile hizmet edecek?..Bizler ne Said Nursi’yiz, ne de elli sene evvelki devri yaşıyoruz. Biz ancak para ile mal ile İslam’a hizmete ederiz. Bunun dışında İslamiyet nazariyede kalır.”2

1 İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, s.330-31
2 Hekimoğlu İsmail, Barla’da Görüşelim, Zaman 7 Eylül 1991