Kazanmanın psikolojisi

FURKAN KEMER

Hepimiz, hayalini kurduğumuz şeylere ulaşmak için yaşıyoruz: başarmak, kazanmak ve hayal ettiklerimize ulaşmak. Kazanan ya da başarılı olmak, haliyle insanlık tarihinin en eski arzularından biridir. Dolayısıyla başarılı olmak için yapılacak şeylere dair oldukça belirli, bazı kilit şeyler söylenir. Ancak hedefe ulaşmak için yapılmaması gerekenler pek fazla dile getirilmez. Oysa hayalini kurduğumuz şeye ulaşmak isterken, bir şeyleri yanlış yapmak mümkün değil midir?


Yakın zamanda İrene Kitap etiketiyle raflarda yerini alan Kazanma Etkisi, işte bu dile getirilmeyenleri konu ediniyor. Trinity College Dublin’de psikoloji profesörü ve sinirbilimci olan Ian Robertson, Kazanma Etkisi’nde kazanmanın derin bir analizini yapıyor. Picasso’dan Haçlı Seferleri’ne, Cengiz Han’dan Mike Tyson’a ve kumarbazlardan deniz canlılarına kadar geniş bir yelpazede, kazanmanın etkilerine dair hayret verici bilgiler sunuyor.
Bunu yaparken de temel bir soruyla başlıyor: Kazanmak için mi doğduk? Robertson, cevabı bulmak için Pablo Picasso’nun oğlu Paulo Picasso’yu ele alıyor. Paulo, neredeyse istediği her şeyi başaran, ünlü ve zengin bir ressam olan babasının gölgesinde yaşayan silik bir karakterdi. Babası öyle başarılıydı ki, Paulo ne yaparsa yapsın nafileydi. Bu boşa çabalama hali, Paulo’nun trajik bir hayat sürmesinde önemli bir etkendi: “Paulo’nun hazin yaşamı ünlü babasınınkiyle daha büyük bir zıtlık içinde olamazdı.” (s.17)

Robertson, başarılı bir aileye sahip olmanın, bir kazanan olmak için yeterli olmayacağını vurguluyor. Hatta yazarın aktardığı bilimsel çalışmalara göre, başarılı ve zengin ailelerin çocukları, “yoksul olanlara oranla daha çok sigara, alkol, esrar” gibi maddeler kullanıyor.

Kitapta yer alan diğer araştırmalar, bu durumun sebebini açıkça ortaya koyuyor: Bazı aileler kazanmaya, başarmaya ve zenginliğe verdikleri öncelik dolayısıyla çocuklarıyla yeterince ilgilenmiyorlar ve sonunda onları başarısızlık hissiyle dolu bir hayata mahkûm ediyorlar. Robertson kazanan bir ailede doğmuş olmanın da olumsuzluk içerebileceğini düşünmemizi istiyor. Ayrıca kişinin zekâsını ailesinden aldığı için pek de bir şeyleri değiştiremeyeceğini düşünenlerin, zekâyı geliştirilebilir bir şey olarak görenlerden daha başarısız olduklarını da vurguluyor. Böylece başarının bilimsel temellerinden biri ortaya çıkmış oluyor: kalıtımsal özellikleri kabullenmek yerine sınırları aşmaya çalışmak.

Peki insan neden kazanmak ister? Testosteron hormonu salgılamak ve dolayısıyla dopamin seviyesini artırmak için mi? Robertson, kazanmanın bilişsel ve nörolojik işlevlerinden birinin, kişinin stresini azaltmak ve mutluluğunu artırmak olduğunu belirtiyor. Peki ya Hitler veya Napolyon söz konusu olduğunda? Sadece mutluluğun peşinde koşan insanlar mıydılar? Robertson bu soruyu politik bir zeminde ele alıyor ve Napolyon ile Hitler gibi güçlü ve acımasız iki liderin Rusya’ya düzenlediği saldırıları örnek göstererek kazanmanın korkunç hale gelebilen etkisini vurguluyor. Çünkü öncesinde daha zayıf ve düzensiz ordularla yaptıkları savaşları kazandıklarından, hem Napolyon hem de Hitler “kolay zaferlerle sarhoş olmuş, testosteronla dolmuş ve daha fazla ve büyük zaferlere aç hale gelmiştir”. (s. 112) Güç, bu tür insanların muhakeme yeteneğini çarpıtabiliyor. İşte bu yüzden diktatörlerin dünyaya verdiği zararların kazanmak ve başarılı olmakla yakın bir ilişkisi vardı. Ölümler, acılar veya yıkımlar, kazanmanın okşayıcılığı düşünüldüğünde, hiçbir şey ifade etmez; nitekim tarih, kazanmanın etkisiyle kör olmuş zalimlerin sahnesidir.

Kazanmak, milyonlarca insanın ölümüne neden olabilecek bir sarhoşluk yaratabilir, fakat tam aksine yaşama yaşam katan bir başarıya da dönüşebilir. Kazanma Etkisi, başarının tehlikeli boyutları dâhil birçok farklı özelliğini sunuyor ve bir seçim yapmamızı istiyor ve nihayetinde kaybeden yaratmadan kazanmanın yollarını arıyor.