Dün sabah yataktan kalktığım andan itibaren telefonuma gelen mesajların büyük bir bölümü bayram kutlaması içerikliydi. Bu kutlamaların büyük çoğunluğu da, “Böyle geçirdiğimiz son bayram olsun” mealindeydi... 

Yani, ortak tema “siyasi içerikli”...  

Bu yaşıma kadar, (yani, kaba hesapla senede 2 bayram üzerinden) 130 civarında bayram yaşamışımdır. Böylesine “politize” bir bayramı çok az hatırlıyorum.

Hemen herkes, “Yetti artık. Bu kâbustan uyanmamız, bu karabasanı aşmamız, biraz nefes almamız lazım. Bunlarla geçirdiğimiz son bayram olsun...” diye özetlenebilecek bir bayram hâletiruhiyesi içinde. 

Hem 100 yıllık Cumhuriyetimiz’in tarihinde ender görülmüş ölçekte kapkara bir dönemin geride bırakılması, hem de ülkenin/halkımızın lâyık olduğu demokratik özgürlükler ve refah düzeyine kavuşabilmesi için yeni bir dönemin açılması, hepimizin ortak dileği. 

Ancak, yine hepimiz çok iyi biliyoruz ki, bugünkü “karabasan ortamının” aşılması, sadece iktidarın değişmesiyle, yani devletin anahtarını-mührünü eline alacak ellerin değişmesiyle mümkün olmayacak. 

***

Diyelim ki 15 Mayıs sabahı “Onları” yani bugünkü kapkara tablonun yaratıcılarını iktidardan uzaklaştırdık. Diyelim ki, “Biz” (aslında, ironik olarak; bu gerici-dinbaz-yobaz-emperyalist işbirlikçisi-faşist kadroların haricindeki herkes “biz” kavramının içine giriyor) kazandık...

Tam olarak ne değişecek? 

Kapitalist sömürü ve soygun-hırsızlık sistemini, iliklerimize kadar işletmiş hakim sınıfların egemenliği sona ermiş olacak mı? 

Eğitimde, sağlıkta, her türlü fırsatlarda eşitsizliği ortadan kaldırma noktasına ne kadar yaklaşmış olacağız? 

İnsanların, dinleri, mezhepleri inançları ya da inançsızlıkları, cinsel yönelimleri, siyasi düşünceleri, dünya görüşleri açısından ayrıştırıldığı, itilip kakıldığı, hor görüldüğü, dışlandığı, yaşam hakkından mahrum edilmek istendiği, hatta yaşamlarına son verilmesinin “mübah - câiz” görüldüğü bir ortam son mu bulacak? 

Bugün, yani 21’inci yüzyılın 5’te birini çoktan geride bıraktığımız bir çağda, bir Cumhurbaşkanı adayı bile “Ben filanca mezheptenim ama... Ben de insan değil miyim? Yani beni de seçebilirsiniz aslında. Bir sakıncası olmamalı sizin için. Mezhebime rağmen bana oy verebilirsiniz...” demek zorunda kalıyorsa, bu arzu ettiğimiz bir dünyaya ve topluma “ne kadar uzak olduğumuzun” bir göstergesi değil mi? 

İyi kötü, “seçimli demokrasi” deneyimimiz 77’nci yılına girmesine rağmen, sandığa (yani herşeyin delikanlı gibi sandıkta belirleneceğine olan) güvenimiz hâlâ yüzde yüz seviyesinden çok uzaktaysa, birileri “silahın, namlunun, kılıcın ucunu gösterip” çıkacak sonucu kabullenmeyebileceği iması ile halkı tehdit edebiliyorsa, ortada büyük bir sorun yok mu? 

Tarihinin en ağır doğal afetlerinden birini yaşamış büyük bir toprak parçasında, insanlarımızın önemli bir bölümünün üzerine hâlâ bir kuru çadır, bir tas çorba, bir mobil tuvalet, sağlıklı su, ilaç vb. sağlayamamış olmanın ayıbını yaşıyorsak, bu hepimizin paylaşması gereken ağır bir utanç vesilesi sayılmaz mı? 

Halkın ezici bir çoğunluğu, bırakınız yoksulluğu, açlık sınırının bile altında bir gelire mahkum edilmişken, ülkeyi yöneten tek kişinin emrinde tam 16 adet VIP uçağı varken, lânet olasıca “Saray” günde lânet olası 10 milyon TL’yi harcarken, sokaklarda el kadar bebelerin çaresi-ilacı olan bir hastalıktan yaşamını yitirmemesi için anneler babalar stantlar kurmuş ve alenen dileniyorsa, “Biz, bir seçimi kazanırsak” değiştirebileceğimiz koşulların ne kadar uzağında olduğumuz ortada değil mi?

Genci yaşlısı, çocuğu yetişkini, en temel anlamda sağlık hizmetine, ilaca, bakıma, hatta koruyucu sağlık hizmetine erişimde ciddi güçlükler yaşıyor, bir hastaneden muayene, röntgen, MR, ultrason, tahlil randevuları için haftalar ya da aylar boyu beklemek zorunda iken o insanların seçtiği bir avuç vekil, “sülale boyu limitsiz sigorta” ile korunuyorsa, gidecek daha çok uzun yolumuz yok mu? 

Okula kaydolacak çocukların ailelerine devletin müdürü avuç açıp dileniyorsa, ameliyat olacak hastadan enjektör ve sargı bezi parası bile isteniyorsa, buna mukabil aynı insanlar patates, soğan, peynir, zeytin, yumurta, ıspanak pırasa bile alırken tek tek lira kuruş hesabı yapmak zorundaysa, “Ne seçimi? Ne zaferi? Ne kurtuluşu”nu konuşuyoruz? 

***

Ama insan doğası, kimi zaman böylesi olağanüstü tıkanıklıkları aşıp “ileriye yürümek” umudu ile, bazı “nirengi noktalarını” öylesine büyük ve anlamlı hedeflere dönüştürebiliyor ki, 15 Mayıs işte öyle bir tarih haline geldi. 

Evet... 15 Mayıs sabahı ve belki daha uzun süre 15 Mayıslarda “yepyeni bir Türkiye’ye” uyanmayı ummuyoruz. 

Ancak birbirimize baktığımızda halkın ezici bir çoğunluğunun gözlerinde, en azından bu “silkinişin” arzusunu okur gibi oluyor insan. 

Arzu ve “silkiniş isteği” bazen en güçlü yakıt sayılır, halkların “itici motoru” için. 

Yaklaşan müstakbel bayramlarımız, daha iyi günlerde ve daha coşkulu geçsin.