Yeni romanı “Utanmaz” ile ilişkilere ve insan olmaya dair çarpıcı bir hikâye anlatan Selda Terek, kendi açımızdan yargıladıklarımızın aslında hiç de göründüğü gibi olmadığını anlatıyor

Kendi doğrularımızı evrensel zannediyoruz

Canan HATİBOĞLU

“Utanmaz”, Selda Terek’in on ikinci kitabı. Karşı Kaldırımdaki Adam, Karşı Penceredeki Kadın, Amigdala, Duygu Koleksiyoncusu, Aşk O Kadar Aşk ve diğerlerine imza atan Selda Terek Destek Yayınları etiketiyle çıkan yeni romanı Utanmaz ile okurlarıyla buluştu. Selda Terek ile yeni kitabını ve arka planını konuştuk.

Bu hikâyeyi yazmaya neden karar verdiniz?
Aslında değil böyle bir hikâye, herhangi bir roman çalışması yapmaya, tekrar uzun metraj yazmaya hiç niyetim yoktu. Senaryo yazmak peşindeydim bir süredir. Yayınevinden bir teklif geldi “Erotomani bozukluğunu işleyen ne yapabilirsin?” dediler.

Hayatımdaki gerçek erotomani duygu durum bozukluğu gösteren kişileri gözümün önüne getirdim. Onların hikâyelerini birleştirince hem hoş bir roman çıktı hem de esasında hop diye dizi filme uyarlanabilecek, senaryosu kitabın içinde bariz bir çalışma... Ve dedim ki okurlarıma: “Bu sefer size bir dizi film yazdım.” Diğer bütün hikâyeler gibi orada duruyordu, ben sadece biraz aksiyon koydum diyebilirim. Gerçek yaşamda hikâyeler hep önümüzde... Bazen fazlalıkları atıp onlara şekil verdiğimizde yepyeni görünüyorlar gözümüze.

Erotomani?
Evet, sanrısal bir rahatsızlık türü. Hastalık değil, bazı zihinsel rahatsızlıkların yan belirtisi de denebilir. İnsanın kendisini bir başkasıyla aşk ilişkisi içinde zannetmesi... Esasında trajikomik bir durum bu. Karşıdakinin böyle bir aşktan haberi yok. Kitap bunun üzerinde dönecekti ama gerçek bir öyküden esinlenince biraz farklı bir yöne gitti kurgu.

Neden kitap yazmak yerine bir süredir senaryo yazmak istediğinizi söylediniz?
Artık kitap okurlarını, hele ki roman okurlarını dijital kanallardaki filmlere, dizilere kaptırdığımızı görüyorum. Ben de dedim ki yazdığım roman artık filmlerle rekabet etsin. Hızlı ve kolay okunsun, keyif versin, merakı tırmandırsın, hatta dizi filme uyarlansın... Uzun lafın kısası; “okumak” spor yapmak gibi aktif bir eylem. Onun yerine pasif bir eylemi, “film izlemeyi” koymak doğru değil. Modern insanın hayatında her ikisine de zaman ayırması gerekiyor. Film izlerken amaç enteresan bir kurguya girmek, haz almak ama kitap okumanın bunların yanında bir artısı var; aktif bir eylemle zihin cimnastiği yapmak... Dedim ya aynı spor gibi. Spor yapmazsanız kaslarınız akar gider, beyninizi zorlamazsanız da beyniniz... Doğa kullanılmayan organları geri alıyor maalesef.

Nihayetinde insan, herhangi bir olayı dinlerken bile bir tarafa hak vermeye meyilli oluyor. Karakterlerin hepsini kendi açısından anlatmak sizi zorlamadı mı?
Zorlamadı, aksine eğlendirdi. Her şeyin diğer bir yüzü daha var. Ve diyalektik seviyorum. Sadece bize göründüğü gibi değil hayat. Ve pek çok zaman bunun farkında olmadan yargılarımızı kısıtlı bilgimiz ışığında verip geçiyoruz. Kitapta keyifli bir süreç sunmaya çalışırken şunu da düşündürmeye gayret gösterdim: “Gerçek, size göründüğü gibi olmayabilir...”

Çoğunlukla sınırlarının net olduğu düşünülür ama kitaptaki karakterler iyilik ve kötülüğün göreceli olduğunu düşündürtüyor. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Dedim ya, sadece bize göründüğü gibi değil hayat. “İyi”, “kötü”, “doğru”, “yanlış” diye yaftalayıveriyoruz pek çok şeyi... Çünkü derine bakmaya vaktimiz, cesaretimiz, niyetimiz yok. Bu her şeyde, her konuda böyle maalesef. Kendi doğrularımızı evrensel zannediyoruz. Etik değerler inşa etmişiz, bize uymayanı kınıyoruz. Oysa birilerini kınadığımızda aynı sınavdan geçmek için meydan okuyoruz sanki doğaya. “Sınanmadığın günahın masumu da sayılmazsın” derler ya öyle... Ayakkabısının içine giremediğin, yerinde olamadığın, koşullarını bilmediğin kişileri yargılamak yerine onların iç yüzünü görmeye çabalamak esasında enteresan bir bakış açısı getiriyor. Kitapta yapmaya çalıştığım buydu. Ama gerçek dünyada nerede o özen, nerede o vakit?...

Karakterlerin çoğunun ruh sağlıyla ilgilenen uzmanlar olmasını neden tercih ettiniz?
“Terzi söküğünü dikemez, kurallar doğal yönelimleri engelleyemez, irade bir yerde tıkanır” diyebilmenin bir yoluydu bu benim için. Gelişmiş zihinlerin “hayır” demeyi imkânsız hale getiren hormonların esiri olmayacağı yönünde bir iyi niyetli söylem vardır ya... İşte bunun bile tökezleyebileceğini söylemek istedim. Doğa ve doğal yönelimlerimiz karşısında çok zayıfız. Bu romanı yazarken psikiyatrlardan destek aldım. Kurulan cümleler bile bir doktorun söyleyebileceği tarzda planlandı. Cidden detaylı bir çalışma var altında. 

Kitapta hemen her karakterin gözünden görüyoruz hikâyeyi ama Atilla’nın perspektifinden dinlemiyoruz. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu zannediyorum. Neden tercih etmediniz?
Okumayanlara “spoiler” vermiş olacağız ama... Keşke sormasaydınız bu soruyu… En üstü kapalı şöyle cevap vereyim: Atilla’nın gözünden görmeye gerek var mı, onun ne olduğu bariz değil mi?

“Utanmaz” okuyucuyu çok farklı noktalara sürükleyen bir kitap… Kitabı bitirdiğinde okurda hangi hissin kalmasını istersiniz?
Güzel soru… Bırakmak istediğim lezzet şunlar arası bir şey: “Ah keşke bitmeseydi”, “Devamı da olsa keşke”, “E ama olur mu, burada da biter mi?”, “Ben olsam böyle bitirmezdim”, “Yapacağını yapmış yine Selda Terek, aşkolsun...” Bunları söyletemiyorsam, hızlı okutamıyorsam, okumayı sevdiremiyorsam, hikâyede olanı biteni sorgulatamıyorsam, karşı çıkan birileri ve katılan birilerine diğeri gözünden bakmayı sağlayamıyorsam, duyguyu tırmandıramıyorsam, eleştiri yaratamıyorsam yazıklar olsun bana... 

Kitapta yaptıklarından ötürü sizce gerçekten utanması gereken bir karakter var mı? Nihayetinde tüm karakterlerin yaptıklarının bir sebebi var.
Tolga, Almila, Atilla, hatta Eda... Hepsinin utanması gereken durumlar yok mu? Çiğdem’in bile var. 

En sevdiğiniz ve kendinize en yakın bulduğunuz karakter hangisi oldu, neden?
Çiğdem... Açık sözlü ve esprili oluşu nedeniyle. Esprileri bazen patavatsızlık boyutunda, aynı ben…

Kitap tahmin edilenden çok daha başka bir noktaya evrilerek bitiyor. Başlangıçta bu şekilde mi planladınız, yoksa karakterlerin ilerleyişine göre mi gelişti?
Evet, her şey planlı. Ama daha kısa bir roman hedeflemiştim, karakterler uzamasına yol açtı. Nasıl oluyor derseniz şöyle: Yazar bitti deyince bitmiyor, karakter eksik bırakılmışsa zaten bağırıyor yazara. 

Bir önceki soruya binaen soruyorum: Önce kurgu mu bellidir, karakterler mi? Bir romana başlarken hangisinin peşinden gidersiniz?
Duruma göre değişebilir. Hikâyeniz vardır anlatacak, karakter çalışırsınız ya da karakterden yola çıkarak kurgu da yapabilirsiniz. Her ikisi de mümkün. Burada karakterler vardı, hikâye de belli bir oranda vardı ama geliştirdim ve karakterleri bir araya getirdim.