Kendi gibi olmak
Kendi yazdıkları müzikle var olmak isteyen genç müzisyenlere büyük bir saygı duyuyorum. “Kendi gibi olmak” işin en önemli kısmı. Benim en büyük endişem, bu kaotik ortamda özgün bestelerini bir otosansürle yapma ihtimalleri.
Bugün bu köşede yayınlanan 200’üncü yazım. Başlarken ne kadar süreceği belli olmayan bu haftalık yazılarla beni siz değerli okuyucularla buluşturan BirGün ailesine ne kadar teşekkür etsem azdır. Bazı işlerde bu tür sayılar önemlidir. Pilotluk’ta 40 bin saat uçmak, bir tiyatro oyununda 100 kere perde açmak, herhangi bir meslekte 50 yılı doldurmak gibi.
Hiç unutmuyorum 2000’li yıllardaki TV8 de hazırlayıp sunduğum “Yorumsuz” programının 50’nci bölümüne birçok sanatçı arkadaşım ve mesleğimizin duayenleri katılmıştı. Mütavazı bir kutlama olmuştu bu. Küçük bir pasta kesmiş bu pastayı hep beraber üflemiş ve şarkılar söylemiştik. Özellikle her zaman saygıyla hatırlayacağım Erol Büyükburç’un heyecanı ise görülmeye değerdi. “Master Chief” ve “Survivor”ın olmadığı, Kerem Görsev, Melih Kibar, Banu Avar, Sevim Gözay, Semih Balcıoğlu, Sunay Akın, Sedef Kabaş’ın program yaptığı, Attila İlhan’ın danışmanlık yaptığı TV8. Hey gidi günler…
90’LAR RUHU VE MÜZİK
Günümüzün genç müzisyenleri arasında da 90’lar ruhunu taşıyanlar var. Onlar sadece yaptıkları müzikle var olmak istiyorlar ne reels video çekmek umurlarında ne de TikTok’ta yer almak. Ama sektörde var olabilmek için müzikte vermedikleri tavizi şarkılarını tanıtırken veriyorlar. Bu kaotik ortam şarkılarının üretim sürecini etkilemiyorsa pek sorun yok ama benim en büyük endişem, özgün bestelerini bir otosansürle yapma ihtimalleri. Radyolar çalmıyor diye uzun introlardan vazgeçmek ya da iktidarın tepkisini çekerek konser yapamayız endişesiyle şarkılarının sözlerini değiştirmek ileride altından kalkamayacakları pişmanlıklara sebep olabilir.
MÜZİKTE KALICI OLMAK
Özellikle kendi yazdıkları müzikle var olmak isteyen genç müzisyenlere büyük bir saygı duyuyorum. Tarzları ne olursa “kendileri gibi olmak” işin en önemli kısmı. Bu biraz daha zor ama kesinlikle daha doğru bir yol. Sırtını sadece önceden seslendirilmiş eserlere bağlayan müzisyenler ise kolay ama yanlış bir yoldalar.
Zaman zaman bir iki şarkı ‘cover’lamakta sıkıntı yok ama sadece bu yolla müzikte kalıcı olmak bana biraz zor geliyor. Ama deyip bu yolla tanınan ve ciddi ücretler alan birkaç isim gelmiştir aklınıza. Benim kastettiğim kalıcı olmak. Ünlü olmak ya da zengin olmak değil. Çok yıllar önce 1986 yılında ilk albümümüz “Bir Yaz Daha Bitiyor” çıkmıştı. Onun öncesinde 1985 yılında Ece Bar’da haftanın yedi günü sahne alıyorduk. Kendi şarkılarımızı da çalıyorduk ama repertuarımızda Zülfü Livaneli başta olmak üzere farklı sanatçıların eserleri de vardı. Biz ise sadece kendi şarkılarımızı çalmak istiyorduk. Ece Bar, Türkiye’nin her bakımdan en iyi mekânıydı. Hem teknik donanım olarak hem de dinleyici kalitesi olarak oradan sonra bir iki yerde program yapmaya çalıştık ama gerek ses-ışık sistemi gerekse dinleyici kalitesi bizi pek mutlu etmemişti. Bu yüzden kendi şarkılarımızı çalabilmek ve de sesimizi iyi duyurabilmek için işin başında bizim olmamız gerekiyordu. Sonrasında hiç aklımızda yokken Suadiye Çatalçeşme’de Amphora Bar’ ın işletmecileri olarak bulduk kendimizi bir anda. Burası eski bir restorandı. Girişin sol tarafını ince uzun bir bar yaptık. Masaları, sandalyeleri değiştirdik. Hemen girişin sağ tarafına da büyükçe bir sahne kurduk.
Hafta sonları biz çalıyorduk. Hafta içi ise çok sevdiğimiz Bülent Ortaçgil-Erkan Oğur ikilisi ve de Bulutsuzluk Özlemi. O yıllarda dijital ortam, sosyal medya vs yok. Haftalık programları da gazete ilanıyla duyuruyorduk. Bodrum Mavi Bar’da tanıdığımız ve çok sevdiğimiz Hakkı’yı da barmen olarak almıştık. Bir gün Hakkı’yı programın ilanını vermesi için Cumhuriyet gazetesine gönderdik. İlan çıktı. Bir de ne görelim sanatçıların program yaptığı günlerin altına kendisini de eklemiş ve “Bar’da Hakkı’ yazdırmış. Hâlâ aklımıza gelince güleriz.
Kalın sağlıcakla…