Kendimden aşırma bir yazı, Barış Günü için
Bir aralar Fehmi Koru her ulusal bayram gününde köşesine aynı yazıyı koyuyor diye takmıştı Emin Çölaşan’a. Haksız da değildi. Yazan kendisi de olsa, insan aynı yazıyı yeniymiş gibi koyuyorsa....
Böyle bir giriş yaptım, çünkü aşağıdaki satırlar köşenin düzenli okurlarına tanıdık gelecektir. Daha önce de belirtmiştim; savaş ve barışa ilişkin beni en fazla sarsan öyküyü, Miroslav Milankoviç’in öyküsünü her Dünya Barış Günü’nde yazacağım.
“Miroslav Milankoviç adını ilk kez 1992 yılında bir gece, Belgrad’da, Sırbistan Cumhurbaşkanlığı önündeki binlerce mumla aydınlatılmış küçük parkta duymuştum. Yanımda, birkaç yıl sonra kanserin aldığı sevgili Olga vardı. Olga, gündüzleri üç oğlunun peşinden koşturuyor, savaşın onları örselemesine izin vermemek için onlara kanat geriyordu. Geceleri, siyah bezler üzerine beyaz boya ile yazılmış ‘Sve Pognile u Ratu’ (Savaşta Ölen Herkes İçin) ve ‘Obsta Mobilizauja protive Rata’ (Savaşa Karşı Genel Seferberlik) pankartlarının ardında, savaş çığırtkanları karşısında sesleri pek cılız kalan barış eylemcileriyle birlikte Belgrad sokaklarını arşınlardı.
Gündüzleri çatışma haberleri yazan ben, geceleri mutlaka Olga’nın katıldığı savaş karşıtı eylemleri izlerdim. Milankoviç’in adını o eylemlerden birinde, parkta dağıtılan bir bildirinin başlığında gördüm. Kim olduğunu bildiriyi dağıtan İvana Balen isimli barış eylemcisi genç kızdan dinledim.
‘20 Eylül’dü’ diye başlamıştı anlatmaya. ‘Orduya yeni katılmış bir grup asker arasında tartışma çıktı. Grubun yarısı silahlarını bırakmayı ve savaşmamayı öneriyordu. Diğerleri ise büyük bir savaşma arzusu içindeydiler. Miroslav karar veremiyordu. Ya savaşa gidip dün arkadaş ve komşu olan insanları öldürecek ya da savaşa gitmeyip vatan haini damgasını yiyecekti. O ikisini de yapmadı, yapamadı... Ne Tovarnik’e, cepheye doğru yola çıkanlara katılabildi, ne de silahını bırakanlara. O gün, kendini Sid kasabasının hayvan pazarında vurdu. Biz de Miroslav Milankoviç’i barış hareketinin sembolü olarak seçtik. Eğer dur diyemezsek, bu savaş makinesi hepimizi yutacak.’”
Başlığa bakmayın. Açık açık daha önce de yazdığımı ve belki her Dünya Barış Günü’nde yazacağımı ilan ettiğime göre, bu “kendinden aşırma” sayılmaz.
Dün Dünya Barış Günü’ydü. Gazeteler Bingöl Yedisu ilçesi yakınlarındaki jandarma mevzisine yapılan saldırıda dört askerin şehit edilip, dördünün yaralandığını; yapılan operasyonda da iki PKK’linin öldürüldüğünü yazıyordu. Barış günleri gelip geçiyor ve biz için için kanıyoruz. Geçen gün de, gazeteler, PKK’li kardeşinin cenaze törenine katılan askeri haber yapmıştı. Kimbilir kaç Milankoviçimiz oldu bizim, şu için için kanayıp durduğumuz yıllar boyunca?
Ortadoğu’nun hali malum. Doğumuzda işgal ve savaş var. Şimdi, savaş gemileri Montrö’nün bir gediğinden girdikleri Karadeniz’de tur atarken, Kafkaslar’da da yayılma eğilimi güçlü bir savaşın tamtamları çalıyor. Dünya yeniden iki kutuplu haline dönerken, kutuplar savaş baltalarını biliyorlar. Önce ve daha uzunca bir süre başka uluslar üzerinden sürdürecekler savaşlarını.
Gururla gidilen “kurtuluş savaşları” söz konusu olsa ne gam. Ya kardeş kardeşe kırdırılıyor, ya da etnik ve bölgesel çatışmalar içine iterek bizi, ölümlerimiz üzerinden rant sağlanıyor. Milankoviçler o kahrolası tercihi yapmak zorunda bırtakılıyorlar. Bir korkaklık olarak değil, büyük bir cesaret gösterisine dönüştürerek tercihlerini, savaşmayı reddediyorlar.
Çok umutsuz gibi de görünse herşey, tarafların devasa gücü karşısında üçüncü bir tarafı yaratmak pek akıl karı gibi görünmese de, onu denemek, sonu Miroslav’ınki gibi de olsa, taraf olmaktan daha onurlu olabiliyor bazen. Bu yüzden, Yugoslavya’nın sonunu getiren savaşın taraflarının değil, Milankoviçler’in tercihi yazıyor tarihin onur sayfaları.
Bir Dünya Barış Günü daha geride kaldı dün. Yeter artık; Milankoviçler olmasın!