Kent ve bellek, çeşitlilik ve ötekilik
Aeskilos “Bellek tüm bilgeliğin anasıdır.” der
Geçmişi gerçekten hatırlamak, anlamak ve tanımak istiyorsak, sadece tarihe başvurmak yeterli olamaz. Bütüncül bir kavrayış için bilgiyi birçok başka unsurla da tamamlamak gerekir. Kentin kendi tarihi ile yaşamın içinde karşılaşarak, yaşanmışlığın izlerini görerek hatta hissederek, bağ kurarak anlamak en az tarihin somut gerçekliği kadar öğretici olabilir.
Belleğimiz yalnızca kişisel anılarımızla değil toplumsal buluşma anlarıyla, iletişim ve etkileşimle kamusal alanlarda deneyimlediklerimizle tamamlanır. Mekân geçmişle bugün arasındaki en güçlü bağımızdır. Bu bağlamda mimarî; hızla değişen ve gelişen günümüz koşullarında özellikle kültürel birikimi oturmamış, ideolojik, sosyolojik ya da küresel gelişmelere bağlı müdahalelere açık toplumlarda kentin dönüşümü; toplumsal belleği ve daha da önemlisi aidiyet duygusunu hırpalar. Bellek kültürün koşut parçalarından biridir.
Dört yanımız savaş ve şiddetle kuşatılmışken; barışa ekmek ve su kadar ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde belleksizlik kimlik yitimini tetikleyerek büyük bir tehlikeyi önümüze getiriyor. Bilginin aktarımı kadar kolektif bilincimizin, farkındalık pratiğimizin, geleceğe bakışımızın taşıyıcısı olan yapılar ve kamusal alan kent kimliğinin de parçasıdır. Kimi zaman doğrudan anılarımıza eşlik eden kimi zaman imgesel ya da çağrışımsal uyarıcılarımızdır bu mekânlar. Bilgiyi geçmişten günümüze duygularla buluşturarak zihnimize yerleştiren, deneyimlerimizle bütünleştirerek geleceğe uzanan ve kimi zaman da eylemlerimize yansıyan bu sarmalın herhangi bir ayağının eksikliği topluma yansır. Kolektif bilinç ve dayanışmayı geriletir, sağlıksızlaştırır. Geçmişin yaşanmışlıklarını kültürel bir aktarım olmaksızın kavramak mümkün olmadığı gibi iyi olanın eksikliği; materyalist ve aidiyetini yitiren bireyler yaratır. Bencilik ve yalnızlık getirir. Olumsuz olandan kurtulmak, iyiye varmak, iyileşmek ise mümkün olmaz. Kolektif belleğin zedelenmesi mekân duygusunun yitimine, aidiyet ve topluluk duygusunun zayıflamasına ve kimliğin kaybolmasına neden olduğundan değer yitimine varan yıkıcı sonuçlar yaratır. Kimlik geçmişin bilgisi, bugünün deneyimi ve yarına aktarılacak olanın inşasıyla bir bütündür.
Nesillere aktarılacak olan kültürün taşıyıcıları bugün özellikle bizim ülkemizde türlü sebeplerle yıkıma uğruyor. Kötülüğün, savaşın ve şiddetin yarattığı yıkım sadece yaşamı ve anı hedef almaz. Geleceği de yönetmek için geçmişin izlerini yok etmek küresel güçlerin ve neo liberal politikaların bilinçli tercihidir. Erk kendi istediği tarihi yazmak, toplumu kendi istediği gibi yönlendirmek için vicdan, şefkat ve merhamet gibi duyguları ortadan kaldırmak ister. Toplumları acı deneyimlerle kine ve intikam duygularına yönlendirir. Hatırlatıcı tüm unsurları ise tehlikeli bulur. Toplumlar arası yaşam deneyiminde bir arada yaşama kültürü, gelenekler, dayanışma, paylaşma barındıran anıların taşıyıcıları yok edilir. Kimi zaman ideolojilere, kimi zaman iştahlı çıkar odaklarına alan açmak için hatırlatıcı olan yapılar, yaratılanlar, üretilenler ve paylaşılanlar hedeftedir. Binalar, yapılar, doğa, sokaklar, kentler hatırlattıkları ve hissettirdikleriyle belleğin omurgasıysa itaat eden, sorgulamayan toplum için sadece günün geçirileceği ve günü kurtaracak maddi varlıklar haline dönüştürülmelidir. Gösterişle hem de rant için yandaşa sermaye sunmak üzere kentin yeni kimliği belleksiz bırakılmalıdır. Hizmet artık sadece maddi ve materyaldir. Sadece hizmet sağlayanın hak ettiğine inandığı belli bir zümreye eriştirilir.
Politik ve toplumsal dönüşümün güçlü bir unsuru olan belleğin özellikle hedef alındığı bir coğrafyada ve yaşadığımız çağın çok gerisinde bir vahşete tanıklık ediyoruz. Emperyalizmin; kapitalist düzeni ve gücünü kullanarak hedef aldığı ülkeler, topraklar değil insanlık! Savaşın yarınlara etki edecek kalıcı etkileriyle de geleceğimiz. Sadece savaşılan bölgeyi değil çok daha geniş alanlara yayılacak olan nükleer ve kimyasal etkilerle yaşam kalitesi ve sağlığımız. Bu politikalar savaşlar kadar sömürü düzeninin kalıcılığı için kültürel mirası ve doğayı da hedef almaktan çekinmiyor. İşid’ın gericiliğiyle yok ettiği Palmira kadar bir çocuğun büyüdüğü mahalle, köşedeki postahane, hafta sonu ailesiyle pikniğe gittiği çayıra uzanan çok geniş bir hatta kültürsüz ve belleksiz bırakılıyoruz. Birikimsiz ve muhakemesiz kalıyoruz. Çocukluğumuzu yitiriyoruz. Çocuğumuzu kendi çocukluğumuzla tanıştıramıyoruz. Dört yanımız birbirinin aynı malzemelerle inşa edilmiş yüksekliğiyle, çirkinliğiyle birbiriyle yarışan kulelerden oluşan mahallelerle kuşatıldı. Köylerimiz zaten çoktan mahalle ilan edildi. Kat çılgınlığı köyleri yuttu.
Hafta sonu; Türkiye’den ve Yunanistan’dan bir grup mimar tarafından sürdürülen mimarlık buluşmaları kapsamında Kentsel Çeşitlilik ve Ötekilik başlıklı etkinliğe katılmak üzere Bodrum’daydım. Başkanı olduğum Ege Barış ve İletişim Derneği adına Ege’nin iki yakasından mimarlarla, TMMOB ve Dodecanese Mimarlık bileşenleriyle buluşmamı sağlayan önceki dönem İzmir Mimarlar Odası Başkanı İlker Kahraman ve Muğla Mimarlar Odası Başkanı Suat Selvi’e teşekkür borçluyum. 17 yıldır farklı temalarla meslekî ve kültürel paylaşımın yanında dostluk ve dayanışmayla iki ülke arasında ilişkileri olumlayarak güçlendiren böyle uzun soluklu ve verimli bir toplantının parçası olmaktan büyük mutluluk duydum.
Toplantının ikinci günü Bafa Gölü kıyısında Latmos Dağları eteğinde yer alan Herakleia antik kentini ziyaretimiz daha önce gitmediğim bu kentin bilinmeyenlerini Arkeolog Nezih Başgelen’den dinlediklerimizle çok etkileyici bir deneyime dönüştü. Bir kaya kenti diyebileceğimiz, antik çağda büyük bir körfez ve liman olan Herakleia agorasının çok katlı yapısıyla günümüze ulaşan belki de tek örnek olmasıyla önemi büyük. Bölgenin ekolojik ve endemik zenginliği sayesinde bal başta olmak üzere pek çok ürün çağlar önce bu körfezden İskenderiye’ye kadar ulaşmış. Herakleia Antik Kenti’nde Alman Anneliese Peschlow tarafından uzun yıllardır yapılan araştırma sayesinde zirveye uzanan geniş bir alanda kayalar arasında bine yakın prehistorik fresk ve kaya resmi bulunmuş. Bu resimler ve belki henüz bulunmamış başka eserler şimdi bu kayalıklarda kurulan taş ocaklarının faaliyetine son verilmezse yok olma tehlikesi taşıyor. Unesco mirasına alınması için başvuru yapmak, bu eşsiz zenginliği korumak ve ziyaretçilerle paylaşmak, geleceğe aktarmak yerine rant devrede. Çünkü bu dağın taş yapısı inşaatlarda kullanılan ucuz bir hammadde için çok uygunmuş. Kültürü yok sayanların anlayacağı dilden, sadece kazanç sağlamak odağından baksak bile turizm ekonomisi, kültür turizmi için mücevher değerindeki kültür varlığımız talan ediliyor. Böyle daha nice savunmamız gereken köşemiz var. Güzel başlayan ve ufuk açan sunumlarla güzelleşerek devam eden iki gün benim için bu bilgilerin verdiği hüzünle sonlandı. Latmos Gönüllüleri Platformu’nu takip etmenizi öneriyorum. Hep birlikte burada sürdürülen hukuki mücadeleye ve direnişe destek vermeyi görev bilmeliyiz.